top of page

Arama Sonuçları

19 results found with an empty search

  • AKP’NİN SEÇİM BEYANNAMESİNDE KIBRIS KONUSU

    Tugay ULUÇEVİK , Emekli Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşar Yardımcısı. 12 Temmuz 2007 AKP’nin 22 Temmuz 2007 genel seçimi için yayınladığı “ Seçim Beyannamesi’nin ” Kıbrıs bölümünün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) olgusunun üzerine bina edilmiş olduğu görülmektedir. Beyannamede, diğer hususlar meyanında,  “ Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her alanda uluslararası etkinliğinin arttırılması ve Doğu Akdeniz’deki denge ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır ” denilmektedir. İlk okuyuşta, bu ifade, yeniden AKP’den oluşan bir Hükûmetin işbaşına gelmesi halinde, Kıbrıs konusunda,  KKTC’ni yok hükmünde kabul eden ve uluslararası camiaya KKTC’ni tanımama çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550(1984) sayılı kararlarının sonuçlarını ortadan kaldırmayı ve Kıbrıs’ta iki ayrı Devletin varlığı gerçeğinden hareket ederek Kıbrıs sorununa çözüm aramayı amaçlayan bir politika izleneceği vaadi olarak algılanabilir. Ancak, yine Beyannamede yer alan “ geçen dönemde takip ettiğimiz dinamik Kıbrıs politikası ile Türkiye bir taraftan büyük bir psikolojik üstünlük kazanırken, diğer taraftan KKTC’nin uluslararası meşruiyetini ve etkinliğini arttırmıştır ” şeklindeki ifade bizde başlangıçta oluşan iyimser algılamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü, bu değerlendirmenin gerçeklerle bağdaşır hiçbir yanı yoktur. Kıbrıs müzakere sürecinin tarihçesine bir göz atma fırsatı bulmuş olanlar bilirler ki, Kıbrıs’taki iki taraf arasında müzakere sürecinin 2 Haziran 1968 tarihinde Beyrut’ta başladığından bu yana inisiyatiflerin tamamına yakınını Kıbrıs Türk tarafından ve O’nu temsil etmiş bulunan Sayın Rauf Denktaş’tan gelmiştir. Türkiye bu açılımları desteklemiştir.  Ancak bu politikalar, şimdiye kadar KKTC’ne “uluslararası meşruiyet ve etkinlik” kazandırabilmiş değildir. Çünkü, Batı camiası ve onun siyasî, ekonomik ve diplomatik etkisi altındaki uluslararası çevreler Kıbrıs Adasını esas itibariyle Yunanistan’ın bir parçası olarak görmekte ve Ada’da bir de ayrı bir Türk Devleti bulunması olgusunu içlerine sindirememektedir. Bugün AB üyeliğine ehil olma bakımından Türkiye’nin coğrafî konumu bile Avrupa’da tartışılırken ( Sarkozy’nin sözleri ), Türkiye’nin 60 km güneyinde ve Suriye’den sadece 90 km. mesafedeki Kıbrıs’ın coğrafî konumunun AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmamış olmasının sebebi budur. Yunanistan’ın da üye olduğu AB’ne Kıbrıs Rum kesiminin katılmasıyla ENOSIS’in AB potasında gerçekleşmesine bir adım mesafe kalmıştır. Şayet Türkiye AB’ne tam üye olmadan Kuzey Kıbrıs da AB’ne katılırsa ENOSIS gerçekleşmiş olacaktır. 1960’ta Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs’la ilgili olarak kurulmuş bulunan nazik stratejik denge ortadan kalkacaktır.  Böyle bir sonucun Batı camiasını rahatsız eden bir yanı bulunmayacaktır.  Rumlar reddederken Kıbrıs Türk Halkı’nın ANNAN Plânı’nı kabul etmesi; AKP iktidarının ANNAN Planı’nı aktif biçimde ve alenen desteklemekle kalmayıp müzakere süreci boyunca Türkiye’nin karşı taraftan daima bir adım önde olacağını BMGS’ne de peşinen açıklamış olması, tabiatıyla Kıbrıs ve AB üyeliği bahislerinde üzerine gelen baskıları bertaraf etmede Türkiye’yi bir ölçüde rahatlatmıştır. Ancak Kıbrıs sorununun siyasî çözümle gündemden çıkmasını sağlayamamıştır. Kıbrıs sorunu son birkaç yıl içinde daha da karmaşık nitelikler kazanarak devam etmektedir.   Bu satırların yazarı tamamı Kıbrıs konusundaki görevlerle geçmiş olan meslek hayatı boyunca Türk tarafının olumlu yaklaşımlarının Türkiye ve KKTC’ne sağladığı geçici taktik yararları olayların içinde yaşamıştır. Ancak bu yararların etkileri daima kısa süreli olmuştur. 17 Ocak 1985 New York Zirvesi’nde BMGS Perez de Cuellar’ın taraflara sunduğu Anlaşma Taslağını Denktaş kabul etmiş, Kyprianou reddetmişti. BM Sekretaryası, belli başlı Devletler ve uluslararası basın Sayın Denktaş’ın devlet adamlığından övgülerle bahsedip, Rum Liderini ağır sözlerle eleştirmişlerdi. Aynı durum 1986’da da yaşanmıştı. Ama çok geçmeden yine çözüm yolunda adımların Türk tarafınca atılması gerektiği noktasına dönülmüş; Sayın Denktaş’ın Kıbrıs Türk Halkı’nın kurulacak devletin egemenliğine ortak olmasını istemesi ise çözümü engelleyen bir faktör olarak gösterilmişti.      Şurası bir gerçektir ki, ANNAN Plânı bir Andlaşma halinde yürürlüğe girebilseydi, “Kıbrıs Cumhuriyeti” iki eyaletli olarak devam ederken, KKTC’nin varlığı hukuken sona erecekti. Ortaya çıkacak olan yeni anayasal düzende Kıbrıs Türk Halkı egemenliğe de ortak olmayacaktı.  Bu sebepledir ki bizatihî ANNAN Plânı’na dayalı bir Kıbrıs politikasının izlenmiş olması “KKTC’nin uluslararası meşruiyetinin ve etkinliğinin arttırıldığı” iddiasını dayanaktan yoksun kılmaktadır.  BMGS Kofi Annan 24 Nisan 2004 Kıbrıs referandumundan sonra BM Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıs Türk Tarafı’nın Plân’a “evet” oyu vermiş olmasının sonuçlarını şu şekilde değerlendirmiştir: ( Parag.87)  “… Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983’te yaratmaya niyet ettikleri  “devletin” tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir .” ( Parag.88 )  “ Kıbrıslı Türkler 24 Nisan oylamasından sonra reddedilmiş hissedebilirlerse de onlar için en iyi yol yeniden birleşmeye arkalarını dönmek değil, bunu gerçekleştirmek için kararlılıklarını arttırmaktır. Onlar ve Türkiye için en akıllı hareket tarzı Rumlarla temas kurmak için her fırsattan yararlanmak ve uzlaşma için ellerinden gelen her şeyi yapmaktır. Kıbrıslı Türklerin uzlaşma ve yeniden birleşme yolundaki arzularına Bay Talât’ın ve Türk Hükûmeti’nin saygı gösterdiklerini ve politikalarını buna göre yönlendireceklerini açıkça ortaya koymuş olmalarından cesaret almış bulunuyorum .” (Parag.90 ) “ Tanıma ve ayrılmağa yardım etme BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki ( tanıma ) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder .” KKTC Liderliği ve Türk Hükûmeti BMGS’nin raporundaki bu değerlendirmelere itiraz etmiş değillerdir.   2003 AB’ne Katılım Antlaşması’nın 10 numaralı Protokolü’ne göre “Kıbrıs” bütün olarak AB’ne tam üye kabul edilmiştir . Bununla beraber, AB’nin resmî kaynaklarında yer alan ifadeyle “ Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti’nin fiilî kontrolü altında bulunmayan Ada’nın kuzey bölümünde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır . Bunun anlamı, diğer hususlar meyanında, bu bölgelerin AB’nin gümrük ve mâlî yetki alanının dışında kaldığıdır. Müktesebatın askıya alınmış olması yalnızca toprak bakımından  sonuç doğurmakta olup, AB üyesi bir Devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak kabul edildikleri için   aynı zamanda AB vatandaşı olan Kıbrıslı Türklerin kişisel haklarını etkilememektedir .” 24 Nisan 2004 referandumundan sonra Türk kamuoyuna “AB’nin  KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması yönünde adımlar atmayı vaat ettiği” şeklinde takdim edilen AB Konseyi’nin 26 Nisan 2004 açıklamasında, aslında “ Konsey’in Kıbrıs Türk Toplumunun tecrit edilmişliğini sona erdirmeğe ve Kıbrıs Türk Toplumunun ekonomik kalkınmasını teşvik etmek suretiyle Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmağa kararlı olduğu ” ifade edilmiştir. Yani KKTC üzerindeki siyasî, diplomatik ve ekonomik ambargoların kaldırılması hiçbir şekilde söz konusu edilmemiştir.  AB’nin “Yeşil Hat Tüzüğü’ne” dayanak teşkil eden anlayış da böyledir.   Görüleceği üzere AB bakımından da KKTC’nin   “uluslararası meşruiyetini ve etkinliğini arttıran”   bir sonuç alınmış değildir . ANNAN Plânı’nı dünyaya meydan okurcasına reddederek AB üyesi olan sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” Kıbrıslı Türklerin spor faaliyetlerini dahi engelleyebilmektedir. Son olarak Çetinkaya – Luton Town (İngiltere) futbol maçını  Kıbrıs Rum Yönetiminin son dakikada iptal ettirmeği başarabilmiş olması da,  Kıbrıs konusunda AB destekli olarak oynanmakta olan oyunları net biçimde ortaya koymaktadır.   AKP’nin seçim Beyannamesinde, son dönem içinde “ KKTC’nin uluslararası temaslarında ciddi bir artış gözlenmiştir…Daha önce KKTC Cumhurbaşkanı sadece BM yetkilileriyle görüşebilirken izlediğimiz politikalar neticesinde ilk defa Pakistan Cumhurbaşkanı’nın resmî davetlisi olarak bu ülkeyi ziyaret etmiştir ” denilmektedir. Bunun gerçekten böyle olması Türk halkını sadece mutlu eder. Şayet Sayın Talât Pakistan’da resmen “KKTC Cumhurbaşkanı” unvanıyla kabul görmüşse bu Türkiye’nin ender gerçek dostlarından olan Pakistan’ın Kıbrıs Türk halkına olan kardeşçe yaklaşımının yeni bir tezahürünü oluşturur. Bu satırların yazarı, KKTC Dışişleri Bakanı’nın 1993 yılında İslamabad’da diplomatik yönden tanınmış devletlerin bakanlarına uygulanan protokol dahilinde ağırlandığına tanıklık etmiştir. Tahsis edilen otomobile KKTC bayrağı takılmıştır. KKTC’nin Birinci Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş da uzun yıllar çeşitli Devletleri resmî davet üzerine ziyaret etmiştir. Ziyaret edilen ülkeler arasında Japonya, Malezya, Endonezya, Singapur, Mısır, Libya, Pakistan, Bangladeş, Almanya, ABD, İngiltere yazarınızın hafızasında kalanlardır. Sayın Rauf Denktaş’ın Callaghan, Kissinger, Margaret Thatcher, Baker, İran Şahı, Ürdün’ün eski Kralı Hüseyin gibi yabancı devlet adamlarıyla makamlarında görüştüğü de hatırlanmaktadır. Yazarınızın Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak görev yaptığı dönemde Sayın Rauf Denktaş Almanya Dışişleri Bakanı Joskha Fischer’in resmî daveti üzerine Almanya’yı ziyaret etmiştir. Denktaş ve Fischer 11 Şubat 2000 tarihinde resmî heyetler halinde görüşme yapmışlardır. Şurası bir gerçektir ki ne Sayın Denktaş’ın yapmış, ne de şimdi Sayın Mehmet Ali Talât’ın yapmakta olduğu dış temaslar Kıbrıs Adasında varlığı bir olgu olan KKTC’nin diplomatik tanınmasını bu vakte kadar sağlayabilmiştir. KKTC Liderlerini ziyaret için kabul eden Devletler, kendileriyle KKTC’deki resmî sıfatlarıyla görüşmeyeceklerini her defasında bazen açık, bazen diplomatik bir dille önceden belli etmektedirler. Sayın Talât’ın yapmakta olduğu ziyaretlerde de durumun böyle olduğunu basından takip etmekteyiz.  Ne yazıktır ki,   Kıbrıslı Rumlar reddederken ANNAN Plânı’nı kabul etmiş olan Kıbrıs Türk Halkı şimdi de verdikleri “kabul” oyu yüzünden cezalandırılmaktadır . Çünkü, başta BMGS olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen Devletler Kıbrıs Türk Halkının ANNAN Plânı için verdiği “kabul” oyunu KKTC’nin tanınmasını isteme hakkında feragat olarak yorumlamışlar ve Kıbrıs sorunun çözümü için tek seçeneğin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temelinde yeniden birleşme olduğu saplantısından kendilerini kurtaramamışlardır.   Dileğimiz, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği istikametinde kararlı fakat vakur biçimde yürünürken,  diğer yandan Kıbrıs sorununun Ada’daki gerçeklerin temelinde yaşayabilir siyasî bir çözüme ulaştırılmasını mümkün kılacak politikaların üretilip uygulanmasıdır. ANNAN Plânı üzerindeki son tecrübe de göstermiştir ki, Türkiye’nin “biz Kıbrıs sorununun çözümünü istiyoruz” şeklindeki yaklaşımı sorunun çözümü için yeterli değildir. Hattâ böyle tek taraflı bir yaklaşım karşı tarafın yanlış algılamasına yol açarak çözümü engelleyebilmektedir. Çünkü, karşı tarafın “çözümü o kadar çok istiyorsanız, o zaman bizim taleplerimizin tümünü karşılamalısınız” tarzında bir tutum takınmasına sebep olmaktadır. Dileriz bu son tecrübe Türkiye’de “Kıbrıs sorunu ille de çözülmelidir ve Türkiye bu sorunu çözmelidir” görüşünü taşıyanlar ve sorunu tek başına Türkiye’nin çözebileceğine inanmış olanlar için öğretici olmuştur. Siyasetin sorunları çözme sanatı olduğu doğrudur, ama, ne pahasına olursa olsun çözmek bir sanat değil, sadece teslimiyettir. Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Rum ve Yunan ortaklığı da Kıbrıs’taki gerçeklere uygun bir çözüm isteyince ve uluslararası konjonktür böyle bir çözüme müsait olunca çözülebilecektir. Ulusal nitelikteki davaların ulusal çıkarlar ve hedefler doğrultusunda yürütülmesinde “külfet” duygusuna ve düşüncesine yer olmadığını kaydetmeğe de lüzum yoktur.  (Cumhuriyet Gazetesi’nde 18 Temmuz 2007 tarihinde yayınlandı, s. 2)

  • Yunanistan’ın Bodrum’da karaya çıkardığı kişi yakalandı mı? Datça’da sahilimizden alınan Zodyak bot ne oldu?

    Tugay ULUÇEVİK, Emekli Büyükelçi, Bodrum ve Datça’da plajlarımızda Yunanistan Sahil Güvenlik botları Vatandaşlarımız tarafından görülüp görüntülendiği, sosyal medya üzerinden kamuoyuna yansıtıldığı ve Anadolu Ajansı tarafından da haber yapıldığı üzere, Yunanistan’ın Sahil Güvenlik unsurları 20 ve 24 Eylül 2024 günlerinde karasularımızı, Bodrum’da ve Datça’da meskûn mahallerin önüne kadar kıyılarımıza yaklaşmak suretiyle, pervasızca ihlâl ettiler. Bodrum’daki ilk ihlâl olayında Yunan Sahil Güvenlik unsurlarının kıyıya kadar kovaladığı bir lâstik botun karaya çekildiği ve içinden şahsın ormanlık alana kaçtığı görüldü. T.C. İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı 20 Eylül günü yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında, “ormanlık alana kaçan ve göçmen kaçakçısı olduğu değerlendirilen şahsı bulmak maksadıyla başlatılan arama çalışmalarına devam edildiğini” bildirdi. Ormanlık alana kaçan şahsın yakalanıp yakalanmadığına, kimliğine, vesaireye dair aradan geçen bir buçuk aya yakın zaman zarfında yazılı ve görüntülü basında herhangi bir açıklamaya tesadüf etmedim. 24 Eylül günü sosyal medyaya yansıyan bir başka karasularımızın ihlâli olayında da Yunanistan’a ait sahil güvenlik teknesi Datça’nın bir koyunda karaya yanaşmış, tekneden inen maskeli bir kişi karada bulunan Zodyak botu denize çekmiş ve bu bot, Yunanistan sahil güvenlik unsurunun nezaretinde Yunanistan’ın Simi adasına doğru koydan uzaklaşmıştır. İhlâllere ilişkin tahkikat sonucu açıklandı mı? 20 Eylül’de Bodrum’da bottan çıkıp ormanlık alana kaçan şahıs yakalandı mı? Bu şahıs Türkiye için zararlı bir kişi, Yunanistan’a daha önce sığınmış bir terörist veya sabotajcı, vesaire olamaz mı? 24 Eylül’de Datça’daki karasuyu ihlâlinde de, toprağımızda duran ve Yunan Sahil Güvenlik unsuru tarafından denize çekilip karasularımızın dışına doğru götürülen bot kime ait bir bottur? Meselâ, içinde Türkiye ile ilgili mahrem bir bilgi ihtiva eden belge veya antik eser, vesaire, olamaz mı? Bu botu Yunan sahil Güvenlik unsuru neden götürmüş olabilir? Acaba Yunanistan’ın bu açık ve cüretkâr ihlâlleri pervasızca gerçekleştirmesinin Türkiye’nin sahil güvenlik tedbirlerinin ve reaksiyon imkân ve kabiliyetinin derecesini ölçme amacı olamaz mı? Bütün bu hususlar araştırılıp kamuoyuna bir açıklama yapılmış mıdır? İhlâller üzerinde fazla durulmadı Türkiye’nin dış konularda Filistin, İsrail ve Orta Doğu, Tevrat kaynaklı Türkiye’ye yönelik tehdit, iç konularda hayat pahalılığı, yeni Anayasa girişimleri, kadın cinayetleri ve kadına şiddet olayları, Narin’in katli, Yenidoğan bebek çetesinin sebep olduğu bebek ölümleri, TUSAŞ’ı hedef alan hain PKK terör saldırısı, teröristbaşına yapılan çağrı gibi yoğun ve hareketli gündemi içinde, maalesef, bu akıl almaz ihlâller,  bu önemli güvenlik konuları üzerinde fazla durulamadı. Hem deniz, hem kara hudutlarımız ihlâl edildi Bu ihlâller, cereyan tarzı bakımından sadece karasuyu ihlâli mahiyetinde kalmadı. Bodrum sahilinde bir kişinin karaya çıkıp ormanlık alana doğru kaçmasıyla ve Yunan sahil güvenlik botundan inen maskeli kişinin Datça sahilinde karada duran bir botu almak için Datça’da karaya çıkmasıyla kara hududumuz da ihlâl edilmiş oldu. Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın Açıklamaları Çatısı altında yıllarca hizmet verdiğim Dışişleri Bakanlığımızdaki görevlerim sırasında da böyle bir pervasız ihlâl hadisesinin yaşandığını hatırlamıyorum. Yaşanan ihlâlleri de Dışişleri Bakanlığı olarak aynı gün protesto eder ve kamuoyumuza açıklardık. 20 Eylül Bodrum ihlâlinden sonra İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın yaptığı açıklama olay hakkında bir bilgi notu mahiyetindedir. İçişleri Bakanımızın görüşmesi İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın 23 Eylül günkü Açıklamasında da “İçişleri Bakanımızın Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikaları Bakanı ile telefonla görüştüğü, Yunan Sahil Güvenlik botlarının karasularımızı ihlal etmesinden duyulan rahatsızlığı ifade ettiği ve iyi komşuluk ilişkilerinin korunması için bu tür ihlallerin kabul edilemeyeceğini vurguladığı” ifade edilmiştir. Dışişleri Bakanlığımızın Açıklaması sonra geldi Dışişleri Bakanlığımızdan ihlâl olaylarının vukubulduğu 20 ve 24 Eylül günlerinde herhangi bir açıklama gelmemiştir. Medyada okuduğuma göre Dışişleri bakanlığımız 26 Eylül günü bir yazılı açıklama yapmış ve “Ankara'nın tepkisinin her düzeyde ve en güçlü şekilde Atina'ya iletildiğini; bu tip hadiselerde izlenen diplomatik prosedürün belli olduğunu ve senelerdir harfiyen yerine getirildiğini” belirtmiş. Erdoğan 24 Eylül’de Mitsotakis’e “iyi komşuluk” mesajı verdi Yunanistan’ın karasularımızı ihlâli olaylarının yaşandığı günlerde Sayın Cumhurbaşkanı New York’ta Yunanistan Başbakanı’nı kabul ederek görüştü. İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan muhatabına, diğer hususlara meyanında,  “ Türkiye ile Yunanistan’ın iyi komşuluk esası ekseninde geleceğe emin adımlarla ilerleyebileceğini, iki ülke arasındaki diyaloğun güçlendirilmesinin ve Atina Bildirgesi’nin lafzı ve ruhu doğrultusunda hareket etmenin iki ülkeye de kazandıracağını” ifade etmiş.  İletişim Başkanlığı’nın bu açıklamasında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan’ın karasularımızı ihlâl konusunu ele aldığına dair bir ifade yer almamıştır. Aksine Cumhurbaşkanı’nın muhatabına “ Türkiye ile Yunanistan’ın iyi komşuluk esası ekseninde geleceğe emin adımlarla ilerleyebileceğini ” vurguladığı belirtiliyor. Mitsotakis: “Ege’de bazı malûm sıkıntıları çözeceğim” Öte Yandan, 28 Eylül tarihli Hürriyet gazetesindeki habere göre New York’tan döndükten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Cuma namazını eda için gittiği camiden çıkarken gazetecilere New York’ta Yunanistan Başbakanı ile görüşmesi hakkında bilgi vermiş ve bu meyanda muhtemelen önümüzdeki yılın başında iki ülke arasında yüksek düzeyli Stratejik Konsey toplantısının yapılacağı söylemiş ve “Ege’de yaşanan bazı malûm sıkıntıları ve bu konuları da Sayın Başbakan masaya yatıracağını ve bu sorunu da çözeceğini bizlere ifade etti” demiştir. Ege’deki sorunları Türkiye dillendirmez oldu “Ege’de yaşanan bazı malûm sıkıntılar” sözü ile Bodrum ve Datça’daki ihlâller mi kastediliyor, belli değil. Aslında Ege’de Yunanistan’ın politikalarından, Antlaşmalara aykırı tutumundan kaynaklanan o kadar çok “malûm” sıkıntı var ki, onlar sözde “yumuşama” atmosferi içinde Türkiye tarafından bu dönemde görmezden geliniyor, dillendirilmiyor. Yumuşama karşılıklı atılan adımlarla gerçekleştirilmelidir. Türkiye ile Yunanistan arasında iki yıla yakın zamandır sözü edilen “yumuşamanın”, 6 Şubat 2023’teki büyük deprem felâketinden sonra Türkiye’nin atığı tek taraflı adımlarla gerçekleştiğini Yunanistan’ın üst düzey yetkililerinin memnuniyet ifade eden demeçlerinden anlıyoruz. Yunan tarafının demeçleri üzerinde ayrıntılarıyla bir başka yazımda duracağım. Herhangi bir iki devlet arasında süregelen gerginliklerin gerçek anlamında giderilmesi sürecinden söz edilebilmesi için tansiyon düşürücü adımların dengeli biçimde karşılıklı olarak atılıyor olması lâzımdır. Şayet gerçek böyle değilse ortada “yumuşama” süreci değil, başka bir şey var demektir!!!

  • Millet’imizin Kaderini Değiştiren “Büyük Zafer”

    “ Bazı başlangıçlar tarihin akışını değiştirir ” Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt Zaferi’nin 952’nci yıldönümü vesilesiyle söyledikleri “ bazı başlangıçlar tarihin akışını değiştirir ” sözü veciz bir ifadededir. Bu sözün, “Düvel-i Muazzama’nın” (yedi düvel, büyük devletler) Vatan’ımız, Millet’imiz için sonun geldiğini sandıkları noktada Büyük Önderimiz ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği tarihi başlangıçta 26 Ağustos 1922’de attığı nihai adım olan Büyük Taarruz’un 101’inci yıldönümü vesilesiyle de kullanılabileceğini düşünüyorum. Sultan Alp Arslan 26 Ağustos 1071’de kazandığı Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun Türk’ün Vatan’ı olması yolunda tarihî bir başlangıç yaptı. Bununla beraber, Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) Vatan’ımızın çok büyük bölümünü bizden alıyor, neredeyse sonumuzu getiriyordu. Yeni başlangıcın ilk adımını ATATÜRK attı Büyük Önderimiz ATATÜRK 19 Mayıs 1919’da Samsun’da yeni başlangıcın ilk adımını attı. Kararlı adımlar birbirini takip etti. Sadece tarihin akışı değil, Türk Milleti’nin makûs kaderi de değişti. Amasya Tamimi’nde “Vatanın bütünlüğünün, Millet’in istiklâlinin tehlikede olduğu” ilân edildi. “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına” olan inanç dile getirildi. Erzurum Kongresi’nde “milli sınırlar içinde Vatanımızın parçalanamaz bir bütün olduğunu” beyan edildi. Sivas Kongresi’nde de “ya istiklâl ya ölüm” denildi. Parola: Ya istiklâl ya ölüm! Bu sözlerle Milletimize, milli mücadelemizin temel ilkeleri bildirildi; ana hedefini içeren parola verildi. Böylece “Vatan’ın bölünmez bütünlüğü” ve “Millet’in kayıtsız şartsız egemenliği” temelinde yeni bir Türk Devleti kurma tek ve kesin hedefine yönelik Millî Mücadelemiz “ya istiklâl ya ölüm” parolasıyla başladı. TBMM kuruldu Şahsında doğuştan var olan emsalsiz önderlik vasıflarına, askerî dehasına ve şahsî karizmasına rağmen ATATÜRK (Mustafa Kemal Paşa) başlatılan “kurtuluş ve bağımsızlık” mücadelemizin “millî” nitelikte olduğunu, büyük bir güce sahip bulunduğunu Dünya’ya göstermek için  “Millî Mücadelemize” kendi kişisel iradesini değil, Millet’in iradesini hâkim kıldı. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Millî Mücadelenin yürütülmesinde en üst irade oldu. ATATÜRK’ün (Mustafa Kemal Paşa’nın) kumandası altındaki kahraman ordumuz zafere ulaştı; Vatanımız düşman işgalinden kurtarıldı. Barış için savaş Asker ATATÜRK “savaşın” dış politika aracı olarak kullanılmasını reddeden, karşılaşılan sorunların hallinde diplomasiyi kullanan bir önderdi. Bir keresinde şöyle dedi: “Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin, hayatı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” Gerçekten de ATATÜRK, vatanımızın düşman istilâ ve işgaline uğraması; bu durumun sonuçlarının antlaşma ile milletimize zorla kabul ettirilmek istenmesi; Osmanlı Devleti’nin  “kapitülasyon” cenderesi içinde milletlerarası camianın eşit bir üyesi olarak hareket etme yeteneğini kaybetmiş olması; bu yüzden de Hükûmet’in vatanımızın parçalanıp paylaşılması tertipleri karşısında direnme iradesi ve gücü ortaya koyamaması; istiklâlimizin, egemenliğimizin ve vatanımızın bütünlüğünün barışçı yollardan sağlanması ümidinin de tamamen yok olması üzerine, İstiklâl Savaşımızı, Millî Mücadelemizi başlattı. Savaşa, vatanımız işgalden kurtarıldıktan sonra egemen eşitlik temelinde gerçekçi ve kalıcı bir barışı emperyalist devletlere kabul ettirmek amacıyla başvurdu. Bu suretle bölgesel ve evrensel barışa da katlıda bulundu. Askeri zaferler diplomasimizin başarı yolunu açtı Bolşevik Rusya, Ermenilerin 1919 yılında Doğu Anadolu’da topraklarımıza yaptıkları saldırılarda onlara destek vermişti. Bu saldırılar sonucunda Ermeniler, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır gibi yörelerimizi ele geçirmişlerdi. Bolşevik Rusya 1920 yazında da Ermenistan ile bir anlaşma yaptı. Hemen hemen bütün ahalisi Türk olan Nahçıvan Ermenistan’a bırakıldı. Gümrü Anlaşması Bu kötü durum karşısında Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Tuzluca ve Iğdır’ı geri aldı. Gümrü'yü de işgal etti. Ermeniler barış talep etme zorunda kaldı. 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması imzalandı. Gümrü Antlaşması TBMM Hükûmeti’nin akdettiği ilk anlaşma olarak tarihe geçti. Bu Andlaşma’nın asıl önemi, Andlaşma’nın 10. Maddesinde Ermenistan’ın Sèvres Antlaşması’nı açıkça “ yok hükmünde ” kabul etmiş olmasıdır. I. İnönü Zaferi Batı Cephesinde de İsmet Paşa’nın (İNÖNÜ) kumandası altındaki ordularımızın Yunan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazandığı I. İnönü Zaferi, Millî Mücadelemizde sadece askerî alanda değil, diplomaside de bir dönüm noktası oldu. I. İnönü Zaferi o güne kadar yenilemez olduğu düşünülen emperyalist güçlerin desteğindeki Yunan Ordusunun Anadolu’daki ilerleyişinin durdurulabileceğini ve hattâ yenilebileceğini gösterdi. Millî Mücadele Hareketi’nin Hem Doğu, hem Batı cephelerinde sağladığı başarıların diplomasimize olumlu yansıması gecikmedi. Londra Konferansı İngiltere TBMM Hükûmeti’ni 21 Şubat 1921’de Londra’da açılan Konferans’a davet etti. Bu davet ATATÜRK diplomasisinin doğru yönde ilerlediğinin ilk habercilerinden biri oldu. Rusya ile Anlaşma Moskova’ya giden TBMM heyeti 16 Mart 1921’de  “TBMM Hükûmeti” ile “Rusya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Hükûmeti”  arasında çeşitli kaynaklarda “ Kardeşlik Antlaşmas ı” olarak da adlandırılan “Moskova Antlaşması’nı” imza etti. Antlaşma’nın Dibacesi’nde “ halkların kendi kaderini tayin etme ”  ilkesi ve  iki taraf arasında “ emperyalizme karşı  mücadele dayanışmasının ” varlığı vurgulandı. Bu Antlaşma ile Bolşevik Rusya Misak-ı Millî’yi tanıyan ilk Devlet oldu. Gerçekten de Moskova anlaşması ile TBMM hükümeti, sınır meselesinde Batum, Ahıska ve Ahılkelek dışında Misâk-ı Millî’de öngörülen sınırları Sovyet Rusya’ya kabul ettirmiş oldu. İki taraf arasında akdedilmiş olan eski antlaşmalar iptal edildi.  Osmanlı Devleti’nin Çarlık Rusya’ya karşı üstlendiği malî yükler silindi, kapitülasyonlar kaldırıldı. Moskova Andlaşması’nın en önemli sonuçlarından biri de Türkiye’nin Türk Dünyası’na açılan kapısı mahiyetindeki Türk yurdu Nahçıvan’ın statüsü hakkında olmuştur. Doğu’da barış, Batı’da savaşın yükünü azalttı Moskova Antlaşması ile doğu sınırlarını emniyet altına alan TBMM Hükûmeti, Batı Cephesi’ndeki ordularının gücünü kuvvetlendirme imkânını elde etti. Bu imkân Yunan kuvvetlerine karşı nihai zaferimizi kolaylaştıran bir faktör oldu. Bu gelişmelerden hemen sonra, 1917’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik münasebetleri kesilmiş ve Millî Mücadele hareketimize de hayırhah nazarlarla bakmayan ve oldukça mesafeli davranan ABD’nin tutumunda da olumlu yönde değişiklikler görülmeye başlandı. II. İnönü Zaferi  1 Nisan 1921’de kazanılan II. İnönü zaferi de, TBMM Hükûmeti’nin diplomaside arka arkaya gelmeye başlayan anlamlı başarılı sonuçlarının kapısını araladı. İtalyanlar Antalya’dan Temmuz 1921’de çekildi. Sakarya Meydan Muharebesi Diplomaside başarı kapısının tamamen açılması, 1921 yılının 23 Ağustos ve 13 Eylül günleri arasında 22 gün 22 gece kesintisiz süren Sakarya Meydan Muharebesini Başkumandanı ATATÜRK’ün (Mustafa Kemâl Paşa) sevk ve idaresindeki şanlı ordumuzun zaferiyle sonuçlanasıyla mümkün oldu. İtalyanlar Anadolu’da işgal ettikleri yerleri tamamen boşalttılar. İngilizler ise ellerindeki Türk esirleri serbest bıraktılar. Sakarya Zaferi’ni takiben 13 Ekim 1921’de TBMM Hükûmeti ile üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında Kars antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini aldı. Nahçıvan’ın Moskova Antlaşması ile belirlenen statüsü teyit edildi. Fransa ile Ankara Antlaşması Sakarya Zaferinin en önemli siyasî  sonucu da 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması (İtilâfnamesi) oldu. Bu Antlaşma Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, Kurtuluş Savaşı içinde İtilâf Devletleri’nden biriyle ve bir batılı devletle yaptığı ilk anlaşmadır. Ankara Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurulmuş bulunan İtilâf Devletleri bloğu parçalanmıştır. İngiltere Anadolu’da yalnız kaldı. Fransa Türkiye’yi ve Misak-ı Millî’yi resmen tanımakla, İngiltere’nin Doğu Akdeniz politikasını desteklemekten vazgeçtiğini de ortaya koymaktaydı. Ankara Antlaşması ile Türkiye Güney cephesini güvenceye almış ve buradaki askerlerini de Batı Cephesine kaydırmıştır. Ayrıca, 2 Ocak 1922’de Ukrayna ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalandı. Askerî zaferler diplomasimizi güçlendirdi Böylece, ATATÜRK kazanılan askerî zaferlerle sağlam bir zemine kavuşan diplomasimizle Fransa ve İtalya’yı İngiltere’den ayırdı. ABD’nin de her üçünden uzaklaşmasını sağladı. Böylece bize karşı batıda oluşan husumet kampı bölünmüş oldu. Anadolu’yu işgal eden Batı’ya karşı Sovyet Rusya’yı denge unsuru olarak kullanma stratejisi başarıya ulaştı. Büyük Zafer ATATÜRK, 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da başlattığı kurtuluş, millî bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini 9 Eylül 1922 Cumartesi günü İzmir’de kesin askerî zaferle sonuçlandırdı. Bu kesin sonucu getiren de, O’nun verdiği emirle   26 Ağustos 1922 Cumartesi günü şafakla başlayan Büyük Taarruzun  30 Ağustos Çarşamba günü Dumlupınar’da Büyük Zaferle bitmesi ve 1 Eylül Cuma günü Dumlupınar’da verdiği  “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!” emri   üzerine düşmanın takip edilerek 9 Eylül’de İzmir’in işgalden kurtarılması oldu. Vatanımız düşman işgalinden, Milletimiz de emperyalizmin esaretinden kurtarıldı. Büyük Zafer ateşkes ve barış getirdi Büyük Zaferimiz, yeni bir diplomasi zaferinin zeminini hazırladı. Vatanımızı işgal etmiş bulunan İtilâf Devletleri Ankara Hükümeti’ne mütareke (ateşkes) teklif ettiler. Ankara Hükûmetiyle 11 Ekim 1922’de imzalan Mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu siyaseten ve hukuken sona erdi. Siyasî Tarih arşivlerinde bir ibret vesikası olarak okunabilecek olan Sevr Antlaşması yırtılıp atıldı. Mudanya Mütarekesi müzakereleri sırasında teati edilen notalarla barış görüşmeleri için Lozan’da bir Konferans toplanmasına karar verildi. Devletimizin Tapusu: Lozan Barış Antlaşması İsviçre’nin Lozan kentinde toplanan Barış Konferans’ı sonucunda 24 Temmuz 1923 Salı günü imzalanan Barış Antlaşması’nı Atatürk, Büyük Nutuk’unda şu ifadelerle değerlendirmiştir: “…Bu antlaşma,  Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte, emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.” Lozan barış Antlaşması, Türkiye’nin, mutlak bağımsız ve egemen bir devlet ve milletlerarası camianın hukuken eşit bir üyesi olarak doğduğunu tescil eden belgedir. TBMM’nin 29 Ekim 1923 günü “Türkiye Cumhuriyeti” olarak ilân ettiği devletimizin “tapu senedi” mahiyetindedir. ATATÜRK’ün Lozan Barış Antlaşması şeklinde milletimize miras bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapusuna kuşkusuz sonsuza dek sahip çıkılacaktır. Kutlu Olsun Büyük Taarruz’un ve Büyük Zafer’in 101’inci Yıldönümü, ZAFER BAYRAMIMIZ kutlu ve mutlu Olsun! 30 Ağustos Zafer Bayramımızın her yıl İllerimizde ve Garnizon merkezlerinde yıldönümü sayısınca top atışlarıyla, örneğin bu yıl 101 pare top atışıyla, şanla ve şerefle kutlanmasını sade bir yurttaş olarak öneririm. Büyük Zafer tarihin akışını değiştiren bir tarihî başlangıç olmuştur. Bu başlangıç ile Türkiye Cumhuriyeti Birinci Yüzyıl’ını tamamlamak ve sonsuzluğa doğru İkinci Yüzyıl’ına başlamak üzeredir. Ne Mutlu bize! Büyük Zaferi ve şerefli başlangıcı Millet’imize getiren başta Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, İstiklâl Savaşımızın bütün Komutanlarını, kahraman Erlerimizi, Şehitlerimizi, Gazilerimizi rahmet, minnet, şükran, sevgi ve saygıyla anıyorum.

  • KKTC'nin uluslararası statüsü ve Türkiye'nin Kıbrıs'taki kararlı duruşu

    Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan biraz önce BM'nin 79. dönem Genel Kurul toplantıları münasebetiyle üye Devletlerin temsilcilerine hitap etti. Konuşmasında Kıbrıs konusunda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortaya koyduğu "Egemen eşitlik temelinde iki Devletli" çözüm vizyonuna kesin destek dile getirdi. "Federal çözümün artık geçerliğini tamamen kaybettiğine" işaret etti. Ada'da "iki ayrı halkın ve iki ayrı Devletin mevcudiyeti" olgusunu vurguladı. "Kıbrıs Türklerinin kazanılmış hakları" olan "egemen eşitliğinin", "eşit uluslararası statüsünün" yeniden "tescil edilmesini" istedi. Milletlerarası camiayı "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımaya" ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile "diplomatik, siyasî ve ekonomik ilişkiler kurmaya" davet etti. Kararlı duruşun ifadesi olan sözlerdi. Bu sözler konunun takibinde Türkiye'nin duruşuna kriter, referans olarak alınabilecek mahiyettedir. Basında çıkan haberlerden öğrendiğime göre Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sn Ersin Tatar BM 79. dönem Genel Kurul toplantıları için New York'a hareket etmeden önce yaptığı açıklamada "müzakerelere başlamak için 3-D talebimizi (doğrudan Ticaret, doğrudan Uçuşlar, doğrudan Temas) ...Genel Sekreter’in temsilcisi Maria Holguin’e ilettik, sayın Guterres ile şimdi Kıbrıs Türkleri’nin üzerindeki haksız ambargoların kaldırılması anlamına gelecek bu taleplerimizi görüşeceğiz” demiş. Bunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki hitabında "egemen eşitlik temelindeki iki devletli çözüm" hedefine verdiği kesin destekle ve "KKTC'nin tanınması ve KKTC ile diplomatik, siyasî ve ekonomik ilişki kurulması" için milletlerarası camiaya yaptığı çağrı ile çelişen bir yaklaşım, hareket tarzı olarak değerlendiriyorum. Müzakere masasına oturmanın tek şartı Kıbrıs Türk halkının "egemen eşitliğinin" ve KKTC'nin "eşit uluslararası statüsünün" tanınması" olmalıdır. BMGS'nin Kıbrıs konusunda yürütmekte olduğu "iyi niyet" (good offices) görevinin tek hedefi, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" Anayasası'nda yapılacak tadilâtla Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temelinde ve çatısı altında anayasal bir federal devlet kurulmasıdır. Bunu ben iddia etmiyorum. Bunu BMGK'nin çeşitli kararları belirlemiş bulunuyor. BMGS'nin kendisi de BMGK'ne sunduğu devrevî raporlarda ifade ediyor. KKTC Cumhurbaşkanı'nın "3 D" talebinin KKTC'nin tanınması gerçekleşmeden gerçek nitelikte bir federasyon niteliğinde olmayan anayasal federasyon ile de yerine getirilmesi mümkündür. 1993'de BMGS'nin iki taraf arasında karşılıklı güveni yaratmak amacıyla oluşturmak istediği Güven Yaratıcı Önlemler (Confidence Building Measures) paketi çerçevesinde, doğrudan uçuşlar, doğrudan ticaret, vs tedbirler yer öngörülmüştü. Hayli ilerleme sağlanmıştı. Ama rahmetli Denktaş'ın kabul etmesiyle birlikte, Klerides reddetmişti. O dönemlerde dosyanın başında görevdeydim. KKTC, BMGS'nin, hedefi "anayasal federal çözüm" olan mevcut "iyi niyet" görevi çerçevesinde BMGS'ne muhatap olmayı sürdürmekten vazgeçmelidir. Unutmayalım ki BMGS'nin "iyi niyet" görevi çerçevesinde muhatap alınan KKTC değil, 1960 Antlaşmalarındaki "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" iki toplumdan biri olan "Kıbrıs Türk toplumudur." KKTC, AB'nin fonlarıyla ve BM'nin desteğiyle kurulmuş olan "iki toplumlu komitelerin" çalışmalarına katılmaktan vazgeçmelidir. Bu Komitelerin amacının "federal çözümü kolaylaştırmak için iki toplumu birbirine yaklaştırmak" olduğu ilgili belgelerde kayıtlıdır. Bunları internette de okumak mümkündür. Atılacak başkaca adımlar da vardır. Bunlara çeşitli mesajlarımda ve makalelerimde işaret etmiş bulunuyorum. Belirtiler, BMGK'nin ve BMGS'nin Sn Tatar'ı yeniden masaya oturtma yollarını aradığını göstermektedir. Sonradan tutulmayacak mahiyetteki sözlere, vaatlere karşı çok dikkatli olunması icap eder. BM'nin çamurlu, kaygan zemininde yürümek risklidir. BM'nin diplomasi girdabından kurtulmak imkânsız denecek kadar zordur. Bir kere masaya oturulunca, masayı devirip kalkmak ta kolay değildir. Masadan kalkmanın riskleri, bedeli vardır. Bu husus Kıbrıs konusunda AB'nin, BM'nin, İngiltere ile birlikte ABD'nin yakın takibinde, üçlü kıskacında olan Türkiye ve KKTC için özellikle geçerlidir.

  • Türkiye - Yunanistan ilişkileri

    Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan "Biz, dünyanın takdirle izlediği şekilde hem bölgemizde hem dünyanın değişik coğrafyalarında nasıl barışın kök salması için çabalıyorsak, Ege Denizi'nin iki yakasında da barışın ve huzurun ebediyen hakim olması için elimizden geleni yaparız" demişler. Türkiye ve Yunanistan'ın barış, dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği ilişkileri içinde olmaları ve öyle kalmaları amacıyla Türkiye elinden geleni elbette yapmalıdır. Atatürk'ün izinde barışsever bir Ülke ve Devlet olarak Türkiye için bu bir vecibedir. Bununla birlikte, Kıbrıs uyuşmazlığının ve Ege'de halen iki Devlet arasında mevcut 9 -10 kalem sorunun ortaya çıkışında Türkiye'nin sun'u taksirinin bulunmadığı tarihî gelişimin ortaya koyduğu bir gerçektir. Sorunların Türkiye'ye atfedilemeyecek sebeplerini oluşturan saplantıların, peşin hükümlerin ve bunlara dayalı oluşturulan hayalî ideolojilerin, çarpık siyasî hedeflerin tarihin günümüzden 571 yıl öncesindeki kaynaklarını yok etmek Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin elinde değildir. Sözünü ettiğim kaynakların beslediği bir zihniyetle 20'inci yüzyılın başlarından itibaren yapılan tarihî hataların yarattığı sorunların halledilmesi için gerçekçi olmak zaruridir; mecburidir. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege'de mevcut sorunlar listesini tek bir kalem soruna indirgeyen saplantılı bir yaklaşımla ve Türk Milleti'nin dostluğa yüklediği duygusallığı bu defa da siyasî kazanç elde etmek için nasıl istismar ederim anlayışıyla dostluk, iyi komşuluk arayışı yapılmak istenirse, taraflardan birinin bu vakte kadar yapageldiği hatalara bir yenisi daha ilâve edilmiş olur. 1952 yılında Ankara Koleji’nde ortaokul 1. sınıf öğrencisiydim. İzciydim. Öğretmenlerimiz kız ve erkek izcilerin 10 Haziran Salı günü okula izci kıyafetleriyle gelmelerini istemişti. Bize Yunanistan Kralı Paulos ile Kraliçe Frederika'nın Türkiye’yi resmî ziyaret için Ankara’ya gelecekleri, izci oymağımızın da misafir Kral ve Kraliçe’yi karşılamakla görevlendirildiğini söylemişlerdi. Ziyaret günü İzci Oymağımız, En başta İzci resmî kıyafetiyle Oymak Beyimiz Büyük Büyük İzci rahmetli İbrahim SELET Hocamız, onu takiben şanlı Bayrağımızı ve Okul Flâmamızı dalgalandıran Bayraktarlarımız olduğu halde onların arkasında yer alan güçlü boru ve trampet takımlarımızın çaldığı marşlarla Ankara caddelerinde uygun adım yürüyerek ve halkımız tarafından alkışlanarak Ankara Kızılay Meydanı'na geldik. Bakanlıklara doğru Atatürk Bulvarı’nda kaldırımda sıralandık. Ellerimize verilen Türk ve Yunan bayraklarını sallayarak Yunan misafirleri coşkuyla selâmladık. Ankara halkı da Yunan Kral ve Kraliçesini görmek için Atatürk Bulvarı boyunca toplanmıştı. Kortej geçerken halk tezahürat yapıyordu. O günkü ZAFER gazetesinin baş sayfası Kral ve Kraliçe’nin Türkiye’yi ziyaretinin haberlerine tahsis edilmişti. Sayfada misafirlerin fotoğraflarıyla birlikte Türk ve Yunan bayrakları yer alıyordu. Yunan misafirlerin Ankara’da karşılanmasına dair haberler ertesi günkü gazetelerde “Dost Elen Hükümdarları Ankara’da Muhteşem Tezahüratla Karşılandılar” şeklindeki başlıklarla manşetten verilmişti. Yunan Kralı’nın ziyaretini rahmetli Cumhurbaşkanı Celâl Bayar 7 Kasım - 3 Aralık 1952 tarihleri arasında Pire – Atina – Selânik – İskeçe – Gümülcine’yi kapsayan ziyaretiyle iade etti. Türkiye’de gazeteler ziyareti önemli tarihî bir olay olarak yansıttı. Basınımızda Bayar’ın Yunanistan’da karşılanmasına dair haberler “Cumhurbaşkanı Yunanistan’da yürekten sevgi ile karşılandı”; “Pireden Atina’ya kadar çiçek ve konfeti yağmuru”; “Türk – Yunan Dostluğu”; “Atina heyecanlı saatler yaşıyor”; “Halk Bayar’I görebilmek için geceden sokaklara döküldü” gibi başlıklar altında yayınlandı. Yunan Kralı PAULOS’un Bayar’ın şerefine düzenlediği ziyafette yaptığı konuşmasında kullandığı “Tarih ve mukadderat bugün birleşmemizi tam ve mutlak bir hale getirmiştir” sözü öne çıkarıldı. 72 yıl önce 13 yaşındayken Türkiye ile Yunanistan arasında yaşadığım bu dostluk olaylarının bir benzerine iki Devlet arasında hayatım boyunca bugüne kadar bir daha tanıklık etmedim. Bunun sebeplerini işbu mesajımın ilk paragraflarında açıklıkla yazdığımı düşünüyorum.

  • Kıbrıs Millî Davamıza Millî Destek Zamanı

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e CHP Genel Merkez binasında 11 Haziran 2024 günü vaki iadeiziyaretinin haberlerine basında geniş yer verildi. Anadolu Ajansı’nın konuya ilişkin haberleri arasında AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in iadeiziyaret hakkında yaptığı açıklamalar meyanında “Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50. yıl dönümüne yaklaşıldığını” hatırlatarak şunları ifade ettiğini okudum: "Merhum Ecevit ve merhum Erbakan'ın buradaki katkılarının bir kere daha altını çiziyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı'mız bu yıl dönümü törenlerinde, Sayın Özel, CHP ve diğer partilerle birlikte güçlü bir şekilde beraberlik gösterilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Barış Harekatı'nın 50. yıl dönümünü hep beraber Kuzey Kıbrıs'ta kutlamayı temenni ediyoruz. Tabii ki bu CHP yetkililerinin kendi takvimleri çerçevesinde değerlendireceği bir konudur."   Birlik, beraberlik içinde destek gerekli Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu teklifini, telkinini, temennisini, çağrısını önemsiyorum. Başta Yüce TBMM’nin çatısı altında temsil edilen Siyasî Partiler olmak üzere, Türkiye’deki bütün siyasî aktörlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Davası’nın bu tarihî yıldönümünde Dava hakkında tam bir “beraberlik” içinde hareket etmesinin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti ve soydaş Kıbrıs Türk halkıyla olan dayanışmasını milletlerarası camia nezdinde bir kere daha ortaya koymasının önemini ve anlamını vurgulamayı zait addediyorum.   KKTC Cumhurbaşkanı Tatar davetli listesini geniş tutmalı Tabiatıyla bu tarihî günde Lefkoşa’da yapılacak resmî törenlerin ev sahibi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Sayın Esin Tatar’dır. Törene davetler Cumhurbaşkanı Tatar adına yapılacaktır. Davetiyelerin ayırım yapılmadan Türkiye’deki bütün siyasî Partilerin Başkanlarına gönderilmesi Millî dava anlayışımızın bir icabı olacaktır. Çünkü 20 Temmuz 1974 günü Türkiye’de yürekler tek bir yürek halinde millî heyecanla çarpmıştır. Türk Milleti’nin duaları Kıbrıs Barış Harekâtımızı icra eden kahraman Silâhlı Kuvvetlerimizin tarihî başarısı için olmuştur.   Benim kuşağım Millî Dava’nın bütün aşamalarını yaşamıştır Kıbrıs konusunun gelişmelerini, önce BM Genel Kurulu’nun gündemine Eylül 1954’te, sonra BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine de Aralık 1964’te girdiği ve böylece uluslararası bir sorun mahiyeti kazandığı günlerden itibaren yaşamış bir kuşağa mensubum. Konu Türkiye’de 1950’li yılların başlarından itibaren “Millî Dava” olarak benimsenmiş; Türki siyasî kadroları konuyu “Millî Dava” anlayışıyla ele almışlardır.  Kıbrıs konusu için “Millî Dava” deyimi ilk defa o dönemlerde faaliyet gösteren “Millî Türk Talebe Birliği” tarafından 1952’de kullanıldı.   İlk defa Başbakan Menderes’in Hükûmet “Millî Dava” dedi 1954 ve 1957'de Başbakan Adnan MENDERES tarafından kurulan 22. ve 23. Hükûmetlerin programlarında Kıbrıs konusu “Millî Dava" olarak zikredildi. "Millî Dava" kavramı daha sonra, İsmet İNÖNÜ, Suat Hayri ÜRGÜPLÜ,  Süleyman DEMİREL, Ferit MELEN, Naim TALU ve Mesut YILMAZ tarafından kurulan Hükûmetlerinin programlarında da kullanıldı.   Kıbrıs soydaşlarımızın ileri hamlelerini TBMM destekledi Kıbrıs konusunun tarihinin 1950’li yılların başından itibaren olan bölümüne arşivlerde göz atılacak olursa, Kıbrıs uyuşmazlığının tarihî dönüm noktalarında Kıbrıs’taki soydaşlarımızın ve Türkiye’nin birlikte yaptığı ileri hamlelerde, Türkiye’deki siyasî Partilerin konuyu iç siyaset üstü Millî Dava anlayışıyla ele alarak birlik, beraberlik ve dayanışma içinde hareket ettikleri; yüce TBMM’nin çatısı altında da Dava’ya ve Hükûmet’in attığı adımlara destek verdikleri görülür.   TBMM’nin Millî Dava hakkında birçok Bildirisi ve Kararı vardır TBMM’nin arşivinde de 1950’li yıllardan bu yana Kıbrıs konusunda alınmış çok sayıda karar ve yayınlanmış bildiri vardır. Tümünde de Kıbrıs Türk halkının haklı mücadelesine ve ortak millî davaya kararlı destek beyan edilmiştir. Basınımızın arşivleri de o dönemlerde Kıbrıs konusunda millî heyecan yaratan haberler ve bu heyecanı kuvvetlendirip sürekli kılan yorumlarla doludur.   Türkiye’de iktidarlar kazanımları korudular Türkiye’de iktidarda bulunan siyasî Parti (veya Partiler) kendilerinden önceki iktidarın Kıbrıs konusunda elde ettiği kazanımları muhafaza eden; ortaya çıkan müsait fırsatları değerlendirerek yeni ileri adımlar atan politikalar izlemişlerdir. Bu Lozan Konferansı’ndan itibaren böyle olmuştur.   Örnekler Örneklerini aşağıya kaydediyorum: İsmet Paşa (İnönü) - 1922-1923: Lozan Barış Antlaşması’nın ilk taslağında 16. Madde’nin 2. fıkrasında “Osmanlı Devleti’nin üzerindeki egemenliğini terk ettiği topraklarda ve adalarda (ki buna Kıbrıs adası da dâhildir) gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye’nin önceden uygun bulması, kabullenmesi ve tanıması” şeklinde bir hüküm yer almıştı. TBMM Hükûmeti’nin Lozan Barış Konferansı’ndaki Baş Delegesi İsmet Paşa buna itiraz etmiş, söz almış ve “Türkiye’nin ileride kararlaştırılacak hükümleri de kabul etmesi istenmektedir. Açıkça bellidir ki, Türkiye, mahiyetini ve kapsamını bilemediği hükümleri kabul etmeği taahhüt edemez” demiştir. İsmet Paşa’nın beyanına Yunan delegesi itiraz etmiş; tartışmalardan sonra fıkra tâdil edilerek son cümlesi şöyle yazılmıştır: “… bu toprakların ve adaların kaderi, alâkadarlar tarafından [ by the parties concerned / par les intéressés ] tayin edilmiş veya edilecektir .” Fatin Rüştü Zorlu - 1953-1955: 1950’li yılların ilk yarısında Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmalarda Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa’nın Antlaşma’nın taslağında 16’ncı Madde hakkında yaptığı konuşmayı ve böylece taslağın değiştirilmiş olduğunu hatırlatarak 16’ncı Maddede kullanılmış olan “alâkadarlar” (parties concerned) kavramına atıfta bulunmuş, Türkiye’nin “alâkadar” olarak Kıbrıs konusunun taraflarından biri olduğunu savunmuştur. Sonunda Kıbrıs konusundaki temas ve görüşmelerde Türkiye’nin taraf devletler (Yunanistan ve İngiltere) arasında yer alması ve masaya oturması sağlanmıştır. Nitekim, İngiltere 1955 Eylül başında Londra’da topladığı Üçlü Kıbrıs Konferansı’na , Yunanistan’ın karşı çıkmasına rağmen, Lozan Antlaşmasının 16. Maddesi’nin 2. fıkrasındaki “alâkadarlar” (parties concerned) kavramına dayanarak Türkiye’yi de davet etti. Bu davet Türkiye’nin Kıbrıs konusunun doğrudan taraflarından biri olduğunu belirleyen tarihî bir ilk olaydır.   Adnan Menderes - 24 Ağustos 1955: Londra Konferansına yakın günlerde 24 Ağustos 1955 tarihinde Başbakan Menderes Kıbrıs konusunda bir konuşma yaptı ve diğer hususlar meyanında şunları da söyledi:  “…Girit’i almak metotlarının Kıbrıs’ta tekrar edilmekte olması, ister istemez bizi, Yunan irredantizm hareketlerinin başlangıcından bugüne kadar olan seyrini hatırlamaya sevk ediyor. Kıbrıs’taki bir avuç ekseriyetlerine istinat ederek, dünyanın başına yeni gaileler açmak isteyenlere, ister istemez, “ Ankara önünde ne işiniz vardı?” sualini sormak zaruretini hissettiriyor…Şurasının herkesçe açık biçimde bilinmesi lâzım gelir ki, Türkiye sahillerinin büyük bir kısmı, başka devlete ait olan tarassut (gözetleme) ve tehdit palangalarıyla muhat (kuşatılmış) bulunuyor. Bir Kıbrıs sahası bugün salim (sağlam) görünüyor. Bu bakımdan Kıbrıs Anadolu’nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir…” Osman Bölükbaşı – 25 Ağustos 1955: Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) Genel Başkanı Bölükbaşı Başbakan Mendes’in konuşmasına cevaben ertesi gün 25 Ağustos’ta verdiği demeçte şunları dile getirdi: “…Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında Hükûmetimizin bugün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını, büyük memnuniyetle karşıladık. Esasen Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin dün Edirne'de yapılan Kongresi'nde de Hükûmet'in çok enerjik hareket etmesi lâzım geldiğini; haklarımızı ve Kıbrıs'taki kardeşlerimizi korumak mevzuunda bütün Millet'in kendisiyle beraber olduğunu açıklamıştık. Böylece millî ve vatanî mevzularda, iktidar ve muhalefetin, bir fikir etrafında birleşebileceklerinin sevindirici bir örneğini vermiştik. Bir kere daha belirtmek isteriz ki, vatanî ve millî mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilâflarımız asla gölgeleyemez. Bu itibarla, bugün bütün dikkatimizi Kıbrıs Konferansı ve kardeşlerimizin emniyet meselesi üzerinde toplamış bulunmaktayız …" İsmet İnönü – 25 Ağustos 1955 : Bölükbaşı’dan sonra aynı gün içinde CHP Genel Başkanı ve Muhalefet Lideri İnönü de bir demeç verdi ve “...Kıbrıs'taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için Hükûmet'in alacağı bütün tedbirlerle beraberiz. Kıbrıs Konferansı’nda haklarımızı korumak ve kurtarmak için Hükûmeti bütün gayretlerinde destekleriz. Kıbrıs Konferansı'nın şekli ve neticesi belli oluncaya kadar muhalif parti olarak dikkatimizi bu mevzuda toplayacağız. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu göstermek vazifemizdir."   Türkiye'de İç Siyasette Siyasî Mütareke (CMP ve CHP – 1955) Türkiye'deki Siyasi Partilerin "Millî Dava" Kıbrıs zemininde birleşerek iktidarın izleyeceği politikaya destek vereceklerini açıklamaları üzerine, o zaman Türkiye'nin iç siyasî hayatında bir süre devam eden adı konulmamış bir "siyasî mütareke" meydana geldi.   27 Ağustos 1955 tarihli Milliyet Gazetesi buna dair haberi şöyleydi "Muhalefet partilerinin teşkilâtlarına yaptıkları bir tamim (genelge) üzerine, partiler arası iç politika savaşı bir müddet için sona ermiştir. Parti sözcüleri bugün iç politikaya dair hiçbir demeçte bulunmamışlardır. CHP Genel Sekreter Yardımcısı Turgut Göle iç politika savaşının 'iş'arı ahâre kadar' (gelecek bir yazılı bildirime kadar) sona erdiğini açıklarken şunları söylemiştir: 'Kıbrıs meselesi, muhalif ve muvafık bütün Millet'i birleştirmiş bulunuyor. Hükûmetimizin takip ettiği dış politika ve Kıbrıs mevzuu ile ilgili görüşünü tasvip ediyoruz . Bu itibarla, memleket ve millet mukadderatını alâkadar eden resmî müzakerelerin cereyanına takaddüm eden (öncesinde gelen) bugünlerde ve müzakerelerin sonucu alınıncaya kadar Genel Başkanımızın talimatı üzerine iç politikaya dair tenkitlerimize ara veriyoruz.' " Muhalefet partileri, iktidar ile iç politika tartışmalarına ara verdikleri aynı dönemde, dışarıya karşı Kıbrıs konusunda kararlılık ifadesi olan açıklamalar yapmaktan geri kalmamışlardır. CHP Genel Sekreter'i Kasım Gülek o günlerde verdiği bir demeçte "28 Ağustos'u Kıbrıs'ta Türkler için katliam günü ilân edenlere 33 sene evvelki 30 Ağustos'u hatırlatırız" demişti. CMP Genel Başkanı Bölükbaşı da bir konuşmasında "...12 adadan sonra Kıbrıs'ın Yunanlılara geçmesi halinde Akdeniz ile Türkiye'nin irtibatı kesilir. Bu bakımdan Kıbrıs vatanımızın emniyeti ile alâkalıdır" sözlerini dile getirmişti. Adnan Menderes – Fatin Rüştü Zorlu (Zürih ve Londra Çözüm belgeleri) - 1959-1960: İngiltere’nin 1955’te Türkiye’yi Kıbrıs’ta ilgili Devlet olarak kabullenmesiyle, sonunda Türkiye çözümün temel ilkelerini ve çerçevesini Yunanistan ve İngiltere ile müzakere etti. Ortaya çıkan Belgeleri Başbakan Menderes ve Dışişleri Bakanı Zorlu Londra’da parafe ettiler. Daha sonra 16 Ağustos 1960’ta imzalanan Antlaşmalarla Türkiye Kıbrıs’ta garantör statüsünü kazandı, Ada’da fiilî ve etkin hak ve yetkiler elde etti. Millî Birlik Komitesi Hükûmeti – 27 Mayıs 1960: 1960 Mayıs ayına gelindiği zaman, Şubat 1959’da önce Zürih’te Türkiye ile Yunanistan arasında, bir hafta sonra da Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında ortaya çıkan ve parafe edilen ve Kıbrıs’taki iki toplumun Liderinin de parafe ettiği belgeler, kurulması öngörülen “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Anayasası henüz hazır olmadığı için, bir Antlaşma olarak imza edilmiş değildi. İşte tam bu aşamada Türkiye’de 27 Mayıs 1960 Cuma günü Demokrat parti iktidarına karşı Askerî Darbe gerçekleşti. Başbakan Adnan Menderes’in kurduğu Hükûmet düştü. Ülkede en üst irade ve karar mercii olarak oluşturulan Millî Birlik Komitesi, eski Başbakan Adnan Menderes ile eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs sorununun çözümü için parafe etmiş oldukları Zürih ve Londra belgelerine sahip çıktı. Ada’da kurulması öngörülen iki toplumun eşit ortak kuruculuğuna dayanan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Anayasa metninin hazır olmasıyla birlikte Antlaşma 16 Ağustos 1960 günü Lefkoşa’da imzalandı. Aynı günün sabahı, antlaşmaya göre TSK’ne mensup Kıbrıs Türk Alayı,  Türk askerinin 1878’de Kıbrıs’ı terk etmesinden 82 yıl sonra yeniden Ada’ya ayak bastı. Orgeneral Cemal Gürsel – 15 Ağustos 1960: Kıbrıs Türk Alayı’nın Kıbrıs’a hareketi münasebetiyle Devlet ve Hükûmet Başkanı Cemal Gürsel’in bir mesajı yayınlandı. Mesajda, Alay’ın Kıbrıs’a hareketini kutlama ve başarı temenni etme cümleleri meyanında şu görüş ve temenniler de yer almaktaydı: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile mevcut Anlaşmalar ve bu dört memleket arasında daha da kuvvetlenecek olan sıkı dostluk ve müspet işbirliği sayesinde Kıbrıslıların refah ve hayat seviyelerini süratle arttırabilmek için geniş imkânlara sahip olacağına ve her bakımdan parlak bir istikbale namzet bulunduğuna kaniim. Kıbrıslılara ve genç Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmetine engin muvaffakiyetler ve saadetler dilerim.”   Millet Meclisi'nde Kıbrıs Konusunda Genel Görüşme – 22 Aralık 1965 Türkiye’de Adalet Partisi (AP) iktidara geleli ve Süleyman Demirel Başbakan olalı 2 ay olmuştu. BM Genel Kurulu 18 Aralık 1965 günü bağlantısız devletler grubunun yaygın desteğiyle Rumların görüşlerini ve taleplerini yansıtan 2077 sayılı kararı kabul etti. Kararda, diğer tek yanlı unsurlar arasında, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin eşit kurucu ortağı Kıbrıs Türk Toplumu için azınlık haklarından söz edilmekteydi. Karar, o tarihte 117 üyeden oluşan BM Genel Kurulu'nda 5'e karşı 47 oyla kabul edildi. 54 Devlet çekimser kaldı. 11 Devlet oylamaya katılmadı Türkiye ile beraber ABD, Arnavutluk, İran ve Pakistan aleyhte oy kullandılar. Aralarında BM Güvenlik Konseyi'nin diğer 4 Daimî üyesi Çin, Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği'nin de bulunduğu, Yunanistan hariç, bütün NATO ve Varşova Paktı üyeleri çekimser oyu kullandılar. Çoğunluğunu bağımsızlıklarını yeni kazanmış Devletlerin oluşturduğu Bağlantısız Devletler grubunun oylarıyla kabul edilen tavsiye niteliğindeki BM Genel Kurul kararının esasen uygulanma kabiliyeti bulunmamaktaydı.  Kaldı ki, BM Güvenlik Konseyi'nin daimî üyeleri de karara destek vermedi. ABD ret oyu kullandı.  Türkiye BM Genel Kurul Kararını Reddetti: Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil kararın kabul edilmesinden sonra New York'da verdiği demeçte Karar'ı Türkiye'nin reddettiğini; bu kararın Türkiye'nin 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan Kıbrıs'a yönelik hak ve yetkilerini ortadan kaldırmasının söz konusu olmadığını beyan etti. Bu karar ve oylamada alınan sonuç Türkiye’de muhalefet partilerinin ve muhalif basının Hükûmet'e yönelik eleştirilerine  ve tepkilerine  yol açtı. CHP Grubu anılan "karar karşısında, Millet Meclisinin aydınlanmasına ve millî menfaatlere uygun tedbirlerin ortaya konmasına imkân vermek üzere Kıbrıs konusunda bir genel görüşme açılmasını" bir önerge ile talep etti. İktidardaki Adalet Partisi (AP) de ayrı bir önerge ile "Türk umumi efkârının Kıbrıs davasının geçirmiş olduğu safhalar ve varılmış olan merhale ve sebepleri hakkında bilgi sahibi olabilmesini ve milletvekillerinin düşünce ve kanaatlerini ifade edebilmelerini teminen bir genel görüşme açılmasını" istedi. Başbakan Süleyman Demirel: "Yüce Meclis Millî Şuur Olarak Dava'ya Güç Verir". Önergeler birleştirildi ve Genel Görüşme açılması kabul edildi: Önergeler üzerinde cereyan eden müzakerede Hükûmet adına Başbakan Demirel şunları söyledi: [i] “…Milletçe üzerinde büyük bir titizlik ve hayati bir alâka ile durduğumuz Kıbrıs davası hakkında bir genel görüşme açılmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Her zaman, her meseleyi vatanperverlik ölçüleri içinde ve kudretle çözmeye muktedir.  Yüce Meclis, Kıbrıs davasında da en isabetli yolun seçilmesine, en isabetli kararların alınmasına yardımcı olacaktır...müzakerelerin sonunda Yüce Meclis'in bir millî şuur olarak davaya güç kazandıracağına inanmaktayız..."   Millet Meclisi Başkanı Ferruh Bozbeyli'nin Dayanışma Çağrısı Genel Görüşme 27 Aralık 1965 tarihinde başladı. Meclis Başkanı Bozbeyli yaptığı konuşmada [ii] konunun önemini vurguladı ve "... Türk Milleti'ni teşkil eden her ferdi içten içe, derinden derine ilgilendiren Kıbrıs problemi bugün Yüce Meclis'in gündemindedir. Bu meselenin bir iç politika, sen ben çekişmesi şeklinde ortaya konmasına Yüce Meclis'in müsaade etmeyeceğine inanıyorum" şeklindeki sözlerle konu hakkında dayanışma çağrısında bulundu. Yıl sonuna kadar süren Genel Görüşmede Hükûmet adına Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in, Parti Grupları ve şahısları adına söz alan Milletvekillerinin yaptıkları konuşmalarda Kıbrıs konusunun Millet Meclisi tarafından “ Millî Dava " olarak benimsendiği veciz ifadelerle vurgulandı.  İktidar ve muhalefet temsilcileri arasında zaman zaman cereyan eden sert tartışmalarda karşılıklı eleştiriler de dile getirilmiş olsa da Genel Görüşme, başlangıçta Meclis Başkanı Bozbeyli’ nin yaptığı çağrının ruhuna uygun düşen bir havada cereyan etti. TBMM'nin çatısı altında yer alan birbirinden farklı siyasî ve sosyal çizgideki Partiler tarafından Kıbrıs millî davamıza kuvvetli destek beyanında bulunuldu. Genel Görüşme, Başbakan Demirel'in başlangıçtaki konuşmasında dile getirdiği inanç istikametinde "millî davaya güç verdi."   Osman Bölükbaşı: "Muhalefet Ve İktidar Millî Ve Vatanî Meselelerde Yekvücut Olmalıdır" 1965 yılındaki bu Genel Görüşme konusuna son vermeden önce, o zamanki CMP Lideri Bölükbaşı'nın, Siyasî Partilerin, Kıbrıs millî davasında aralarındaki farklılıklardan sıyrılarak yekvücut hareket etmeleri gerektiği yolunda Genel Görüşme sırasında dile getirdiği ifadelerin [iii] birkaç cümlesini buraya aktarıyorum: "...On yıl evvel Millet Partisi lideri ve diğer muhalefet partisi liderinin iç politika mücadelelerine birer beyanatla ara vermeleri ve muhalefetin - Kıbrıs üzerinde İngiliz hâkimiyeti nihayet bulacaksa, Ada, sahibi aslisi olan Türkiye'ye iade edilmelidir - tezini savunması, Londra Konferansı'nda o zamanın Türkiye Hariciye Vekiline, bu tezin muhalefet partileri tarafından da benimsenen millî bir görüş olduğunu ifade etmek imkân ve kuvvetini vermişti. Milletçe öyle bileceğimiz bir birlik ve olgunluk tezahürü olan bu geçmiş hâdiseye burada temas edişimiz, Adalet Partisi Hükümetine muhalefetin fikir ve desteğinden…kuvvet almaya ve faydalanmaya çalışmasının lüzum ve zaruretini anlatmak ve muhalefetin ise bu gün de onbir sene evvelki tutum içinde bulunması gerektiğini hatırlatmak içindir..." Türkiye – Yunanistan Keşan-Dedeağaç görüşmeleri 9-10 Eylül 1967: Dışişleri Bakanlığı’na meslek memuru olarak giriş imtihanlarını kazanarak 31 Mart 1967 günü Bakanlığın Kıbrıs-Yunanistan Genel Müdürlüğü’nde Aday Meslek Memuru olarak göreve başladım. Üç hafta sonra 21 Nisan’da Yunanistan’da askerî darbe oldu. Kurulan askerî Hükûmet Türkiye ile görüşmek için mesajlar göndermeye başladı. Gelen mesajlarda Yunan askerî Hükûmeti’nin “Kıbrıs sorununu” makul bir çözüme kavuşturma iradesi taşıdığı özellikle vurgulanıyordu. Türk – Yunan Başbakanları Demirel ile Kolias’ın 9 Eylül 1967 günü Keşan’da, 10 Eylül’de de Dedeağaç’ta (Alexandroupolis) buluşmaları kararlaştırıldı. Görüşmelerdeki Yunan heyetinde askerî darbenin lideri Albay Papadopoulos da vardı. Kolias “enosis” diyor; Demirel yumruğunu masaya vuruyor: Denilebilir ki görüşmelerin ağırlıklı, hattâ tek konusu “Kıbrıs” idi. Keşan’da Kıbrıs konusu açılınca Başbakan Kolias, Yunan Hükûmeti’nin Kıbrıs’ta “enosis”  dışında bir çözümü kabul etmeyeceğini ve görüşmeyeceğini beyan etti.                                           Başbakan Demirel gayet soğukkanlı bir eda ile “o halde görüşecek bir şey yoktur” diyerek elini ses getiren şekilde masanın üzerine vurdu.  Böylece görüşmelerin o celsesi son buldu. Ertesi gün Yunanistan’da Dedeağaç’taki buluşma bir formalite halini aldı. İsmet İnönü – 11 Eylül 1967: Demirel - Kolias görüşmelerinden sonra bir demeç veren Muhalefet Lideri CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Başbakan Demirel'in Yunan tarafından gelen " enosis" teklifi karşısındaki tutumu hakkında şunları ifade etti: "...Enosis'i hiçbir surette kabul etmeyeceklerini Sayın Başbakan tekrar beyan etmiştir. Olup bitti teşebbüslerine ve hazırlıklarına karşı Başbakan'ın bu beyanının Milletçe tam desteklendiğini tekrar belirtmek isterim…" Süleyman Demirel – 20 Temmuz 1974: Kıbrıs Barış Harekâtımızın başladığı 20 Temmuz 1974 Cumartesi günü saat 15:00’de TBMM birleşik olarak (Senato ve Millet Meclisi) olağanüstü toplandı. O tarihte Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi ve Millî Selâmet Partisi’nin ortaklığından müteşekkil 37’nci Hükûmet (koalisyon) işbaşındaydı. CHP Lideri Bülent Ecevit Başbakan, MSP Lideri Necmettin Erbakan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı idi. İç siyasetimizde birbirinden farklı siyasî ve sosyal görüşlere sahip iki Parti’nin koalisyon Hükûmeti’nin Barış Harekâtı gibi Kıbrıs’a yönelik tarihî bir kararı almış olması, Kıbrıs Millî Davamızın partiler üstü bir anlayışla ele alındığının başlı başına en bariz delilidir. Bir başka somut delil de Ecevit’in ve Erbakan’ın siyasî rakibi Adalet Partisi Genel Başkanı ve Muhalefet Lideri Süleyman Demirel’in TBMM’nin o günkü oturumunda yaptığı konuşmadır. Merhum Demirel’in uzun hitabından alıntılar aşağıdadır: Demirel TBMM üyelerinin sık sık ayakta alkışladıkları konuşmasına, TBMM'nin, milli davalarda Türk Milleti’nin bütün iç çekişmeleri bir kenara atıp, cihan âleme karşı tek vücut halinde hareket etmesinin; güçlükleri, zor ve çetin sorunları göğüslemede Türk Milleti’nin kalbinin tek bir kalp gibi atmasının örneklerinin sahnelendiği yüce bir mekân olduğunu vurgulayarak başladı.  Devamla, "Kıbrıs davası, aslında Türkiye için ne bir toprak davasıdır ne de sadece Kıbrıs'ta yaşayan 150 bin soydaşımızın güvenliği davasıdır. Bunları çok aşan bir davadır" dedi. Kıbrıs davasının "1829'da Mora yarımadasından başlayarak hep Osmanlı İmparatorluğu aleyhine büyüyerek gelen Elen idealizmine, megali idea’ya 'dur' deme davası" olduğunu vurguladı. Demirel, konuşmasını tamamlamadan önce şu sözleri de dile getirdi: “...20 seneyi aşan bir süreden beri, Milletimizin en hassas meselesi olarak devam etmekte olan Kıbrıs sorununa, bugün kahraman Türk Silâhlı Kuvvetlerinin fiilen el koymasıyla - Cenabı Allah'ın yardımıyla - ümit ediyoruz, çok başarılı, yeni, aydınlık bir veçhe verilme imkânıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Böylece, Yüce Milletimizin gururu ile prestiji ile bundan sonra hiç kimse oynamaya kalkamayacaktır.” (AP, CHP, CGP sıralarından "Bravo" sesleri) “…‘Batının yaramaz çocuğunun’ çılgınlık yapmayacağına güvenmemek lâzımdır...Ama, Türk Devleti ve Türk Milleti'nin ve O'nun gözbebeği Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin ve...TBMM’nin ve O'nun güvenine dayanan Hükûmetlerin (CHP sıralarından "Bravo" sesleri) bu ‘çılgın çocuğa’ gerektiği zaman vereceği bir ders vardır...” (AP ve CHP sıralarından alkışlar) “…Bugün bir Kıbrıs davası hâlâ elimizde var ise, olabilmiş ise, bir Kıbrıs davasında tutacak bir yerimiz, önemli tutacak bir yerimiz var ise, Kıbrıs'a Osmanlı İmparatorluğu'nun aslında Anadolu'nun tabiî bir uzantısı olan bu adaya 1570’te götürüp bıraktığı 300 sene sonra 1878'de terk edip geldiği Türk Milletinin asil evladının şecaat ve kahramanlıkları sayesindedir”. “...Ada’da bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devleti'ne hayatiyet veren Anlaşmaların şartlan içerisinde de kalamaz...” “...Konu üzerinde söylenecek sözler geride kalmıştır. Bugün sabahtan itibaren konu üzerinde yeni bir dönem açılmıştır. Konu üzerinde şu veya bu denebilir. Bugün denecek tek bir şey vardır:...Bu ülkenin çocukları, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları, bugün tek kalp halinde. Yüce Milletimizin değerli varlığı, Türk tarihinin şanlı sayfalarını yazan, Türk Milletinin özü, hamaset ve vatanperverlik dolu, kahramanlık dolu Türk Silahlı Kuvvetlerinin gün batmadan başarıya ulaşmasını temenni etmek, hepimizin en büyük emelidir. (AP, CHP ve CGP sıralarından "Bravo" sesleri, şiddetli alkışlar) Cenabı Allah'ın milletimizi, devletimizi, onun mümessillerini, Türk Silâhlı Kuvvetlerini başarıya ulaştırmasını ve Milletimizi daima başı dik millet olarak tutmasını niyaz ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum. (AP, CHP, CGP, MSP sıralanandan alkışlar.) [iv]   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlânı – 15 Kasım 1983 KKTC’nin ilânı sürecini zamanında Milletçe yaşadık. KKTC’nin ortaya çıkışını kaçınılmaz kılan haklı sebepleri ve yetkiyle görevli olarak bizzat yaşadığım sürecin Mayıs 1983’ün ikinci yarısından itibaren geçirdiği aşamaları işbu yazıyı daha da uzatmamak için burada anlatmıyorum. KKTC’nin ilânı, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra 6 Kasım 1983 serbest seçimleriyle demokrasiye geçişin yaşandığı; seçimlerden birinci Parti olarak çıkan Anavatan Partisi’nin (ANAP) Lideri Turgut Özal’ın henüz Hükûmeti kurmakla görevlendirilmediği; ANAP Lideri’nin Kıbrıs konusundaki gelişmeler hakkında Devlet yetkilileri tarafından henüz bilgilendirilmediği günlerde 15 Kasım 1983 Salı sabahı 08:15 sularında gerçekleşti. KKTC’nin ilânının, Türkiye’nin iç siyasetinin yeniden demokrasiye geçiş gibi tarihî bir dönüm noktasında vukubulması sebebiyle, başta seçimin galibi ANAP’ın Genel Başkanı Turgut Özal olmak üzere, seçime katılmış ve TBMM’de sandalye kazanmış Partilerin liderleri tarafından başlangıçta tedirginlikle karşılanmış olduğu verdikleri demeçlerden anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Siyasî Parti Liderleri, Kıbrıs konusunu Millî Dava anlayışıyla ele almamıza uygun olarak, KKTC’nin kuruluşunu olumlu karşılayan; Rumların ve Yunanistan’ın uyuşmazlık hakkındaki uzlaşmaz tutum ve davranışları karşısında KKTC’nin kurulmasının kaçınılmaz doğal sonuç olduğunu vurgulayan demeçler vermişlerdir. Turgut Özal, “Sayın Cumhurbaşkanımız bağımsızlık ilânı ile ilgili olarak bilgi verdiler, biz de bu bilgiyi aldık. Zaten bizim seçim beyannamemize baktığınız zaman şunu göreceksiniz: Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kendi geleceği ile ilgili atacağı kararlara saygılıyız ve destekleriz. Kıbrıs’ta bağımsızlık ilânı sonucunda ortaya çıkan durum Türkiye’deki Hükûmet kurma çalışmalarımızı etkilemeyecek. Toplantıda böyle bir konu görüşülmedi” demiştir. O dönemde hakkında siyaset yasağı bulunan siyaset siyasetçilerimizden biri olan Bülent Ecevit KKTC’nin ilânı hakkında “Bu karar, Kıbrıs gerçeğine Rum tarafınca yıllardır göz yumulmuş olmasının doğal sonucudur" şeklinde konuşmuştur. Türkiye’de çıkan başlıca gazeteler bu tarihî gelişmeyi başlıca şu manşetlerle duyurdu: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildi – Çözüm için zorunlu karar” (Cumhuriyet); “GURUR GÜNÜ” (Hürriyet); “Mutlu Son” (Güneş); “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu – KUTLU OLSUN” (Milliyet); “Kıbrıs Türk Cumhuriyetini selâmlıyoruz” (Son Havadis); “Ankara, Denktaş’ın yanında yer aldı” (Günaydın). Yapılan yorumlarda, bağımsızlık kararı, haklı bulundu. Karar, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderine sahip çıkma azim ve iradesinin tezahürü olarak değerlendirildi.   Kıbrıs Millî Davamız KKTC’nin ve Türkiye’nin iç siyasetindeki farklılıklardan etkilenmemeli Siyasî Partilerimizin Kıbrıs Millî Davamız hakkında bir ve beraber olma refleksinde özellikle ANNAN Plânı döneminden başlayarak zayıflama meydana geldiği izlenimini alıyorum. Önceleri Kıbrıs konusunda TBMM’de tecelli eden ortak tutumlara, yayınlanan Bildirilere dair haberleri, işitmez, okumaz olduk. KKTC Liderliği Ekim 2020’den itibaren “federal çözüm” defterinin kapandığını, KKTC’nin hedefinin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” olduğunu gerekçelerini de açıklayarak bir hamle yaptı. Bu hamleyi Türkiye en yüksek düzeyde destekledi. Sayın Cumhurbaşkanı BM Genel Kurulu’nda uluslararası camiaya KKTC’nin resmen tanınması çağrısını yaptı. KKTC’nin bu hamlesine TBMM’den bir ortak Bildiri ile destek geldiğine dair medyada habere rastlamadım. Maalesef bizatihi KKTC Cumhuriyet Meclisi de – yanılmıyorsam - bu vakte kadar kendi egemen eşitliğine sahip çıkan ve “iki devletli” çözüme destek veren bir bütün irade açıklaması yapmış değildir.   Yunanistan ve GKRY tarihle alay ediyor Yunanistan Başbakanı Mitsotakis Kıbrıs Barış Harekâtımızın 50’nci yıldönümünde Rumların düzenleyeceği Harekâtı kınama etkinliklerinde hazır bulunmak maksadıyla GKRY’ne gidecekmiş.  Mitsotakis’in davranışı emsali görülmemiş bir yüzsüzlüktür, pervasızlıktır. Tarihe meydan okumadır. 1960 Antlaşmalarına göre Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “enosis” hayali için yıkan Yunanistan’dır. Kıbrıs’ta iki halk arasındaki ayrılığa yol açan gelişmelere Kıbrıs Türk halkı değil, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan sebep olmuştur. Ada’daki 21 Aralık 1963’teki “Kanlı Noel’i” ve sonrasını ve 15 Temmuz 1974’teki “enosis” darbesini gerçekleştirenler Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlardır. Yunanistan Başbakanlarından Andreas Papandreou “Namlunun Ucundaki Demokrasi” başlıklı hatıratında   babası Başbakan George Papandreou’nun sivil kıyafet giydirilmiş yirmi bin Yunan askerinin tam teçhizatlı olarak 1964 Haziran'ında gizlice Kıbrıs'a çıkarılması emrini verdiğini iftiharla anlatmaktadır. Makarios 19 Temmuz 1974 günü BMGK’de yaptığı konuşmada   oldukça açık sözlü davranmıştır. Yunanistan’ın Kıbrıs’taki suçluluğu hakkında tarihe silinmez notlar düşmüştür. Yunanistan 15 Temmuz 1974 günü Ada’da gerçekleştirilen darbenin sorumluluğunu kendi Ordusunun üstüne yıkarak mesuliyetten kurtulma kolaycılığını göstermektedir. Unutmasın ki, 1964 yirmi bin Yunan askerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmak için Adaya çıkması emrini veren Yunan Ordusu’nun komutanları değil, bir sivil siyasetçidir. 24 Nisan 2004’te Federal çözümü ve federal bir devlet olarak AB’ne katılmayı reddedenler referandumda verdikleri oylarla reddedenler Kıbrıs Türk halkı değil, Kıbrıslı Rumlar olmuştur. O zamanki BMGS Kofi Annan Rumların “sadece bir taslağı, metni değil çözümün kendisini reddettiklerini” açıklamıştır.   20 Temmuz’da Türkiye KKTC ile birlikte Millî Dava’ya destek için bir ve beraber olmalıdır Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50’nci yıldönümünün anlamı derin, önemi büyüktür. Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtı, ismiyle müsemma olarak, Ada’ya huzur, barış ve güvenlik getirmiştir. Ada sathında sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel iddiam değil,  BMGS’nin raporlarında doğruladığı bir olgudur. Meselâ, 1989 raporunda BMGS “ uzun zamandan beri devam eden ihtilâfa ve devam eden gerginliklere rağmen son 25 yıldır çatışmaların yeniden başlamamış olması Kıbrıs için bir talihtir ” [v] demiştir. Barış Harekâtımızın Ada’da yarattığı elverişli ortam içinde 1974’ten sonra uyuşmazlığa çözüm aramak için 12’den fazla müzakere dönemi yaşanmıştır. Bugüne kadar ortaya anlaşma çıkmamış olmasının başlıca sebebi, aslında, 20 Temmuz 1974’ten sonra [Ada’da beliren siyasî coğrafya ile Kıbrıs uyuşmazlığının doğal çözümüne çoktan kavuşmuş olduğu gerçeğidir. Çözülmüş bir sorun için çalışmak beyhude olmaktadır. 20 Temmuz 2024 günü, Kıbrıs Barış Harekâtımızın tarihî 50’nci yıldönümünde KKTC’nin ve Türkiye’nin siyasî liderlerinin aralarındaki farklılıkların ve iç siyaset düşüncelerinin üzerine çıkarak Ada’daki iki bağımsız ve egemen devletin varlığı gerçeğini yansıtan “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” için destek beyanını ile milletlerarası camiaya KKTC’nin resmen tanınması çağrısını içeren ve  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında ki kopmaz bağları, zayıflatılamaz dayanışmayı vurgulayan tarihî bir ortak Bildiri yayınlamalarını dilerim. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kıbrıs Barış Harekâtımızın 50’nci yıldönümü münasebetiyle olağanüstü toplanarak, Yüce Meclis’i   50 yıl önce o tarihî günde kaplamış olan havayı yeniden yaratacaklarına inanmaktayım. Kıbrıs Barış Harekâtımızın 50’nci yıldönümünün  “Yunanistan ile yumuşama dönemi içindeyiz; ilişkilerimizde sakin bir dönem yaşıyoruz; havayı bozmayalım ” gibi düşüncelerden, kaygılardan arınmış olarak Kıbrıs Barış Harekâtımızı çevreleyen gerçeklere uygun ve Devlet Adamlarımızın 50 yıl önce “askerî müdahale” kararı alırken gösterdikleri siyasî cesareti yansıtan şekil ve kapsamda kutlanmasını da temenni ediyorum. [i] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem: 2, Cilt: 1, Toplantı: 1, 26. Birleşim, 22. 12. 1965 Çarşamba, s. 639. [ii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt: 2, Dönem: 2, Toplantı: 1, 28. Birleşim, 27.12.1965 Pazartesi, s. 12. [iii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt: 2, Dönem: 2, Toplantı: 1, 28. Birleşim, 27.12.1965 Pazartesi, s. 15 [iv] T.B.M.M. Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), Toplantı:13, Cilt: 13/1, 3 üncü Birleşim 1 inci ve 4 üncü Oturum, 20.7.1974 Cumartesi, s.36-38., https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d13/c013/gcz13013003.pdf   [v] BMGS’nin 22 Haziran 1999 tarihli (S/1999/707, para. 6) Raporu. [Cyprus is fortunate that, despite the long-running dispute and continuing tension, there has been no resumption of fighting between the two sides for the past 25 years.] (BMGS’nin raporunun yayınlandığı 1999’dan 25 yıl geriye gittiğimiz zaman gördüğümüz tarih 1974’dür.)

© 2024 Tugay Uluçevik. Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page