Arama Sonuçları
19 results found with an empty search
- Türkiye Sonunda Vilnius’ta İsveç’e “Yeşil Işık” Yaktı
Tugay Uluçevik, Büyükelçi (E) 11 Temmuz 2023 2009’dan itibaren Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerinde büyükçe bir sorunlar yumağı oluşmuştur. Bu olguyla birlikte Türkiye bölgesinde de yalnızlığa düşmüştür. Bu gelişmeler, Türkiye için Rusya ile ilişkilerin karşılıklı çıkarlara dayalı iyi komşuluk zemininde yürütülmesini giderek daha fazla hissedilen bir ihtiyaç haline getirmiştir. Batı ile ilişkilerinde gerginlik yaşadığı dönemlerde Türkiye’yi daima kendisine yaklaştırma çabalarında bulunmayı şiar edinmiş olan Rusya, bu sefer de Türkiye ile ilişki ve işbirliğini geliştirmeye, derinleştirmeye özen göstermiştir. Ukrayna ile başlattığı savaş da Rusya’nın Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olmasını bir ölçüde gerekli kılmıştır. Türkiye’nin savaşta Ukrayna ile Rusya arasında tarafsız kalması, Rusya’ya karşı Batı’nın bazı yaptırımlarını uygulamaması, Montrö Sözleşmesi’ne dikkatle tarafsızlık içinde bağlı kalması, bunlara ilâve olarak Erdoğan ve Putin’in kimyalarının uyuşması ilişkilerin karşılıklı anlayış ve dostluk havasında yürütülmesini kolaylaştıran faktörler olmuştur. Bu da ilişkilerde zaman zaman yaşanan gerginliklerin uzun ömürlü olmadan giderilmesini mümkün ve hattâ zaruri kılmıştır. Rusya ile köprüleri atmış, iletişim kanallarını kapatmış olan Batı, kendilerinin ve Dünya’nın birçok bölgesinin çıkarına da olan konularda Türkiye’nin Rusya ile iletişim halinde kalmasında fayda görmüştür. Diğer taraftan, dış politikamızı çevreleyen şartlar Türkiye’yi bir süredir hem Batı ile hem bölgesel plânda ilişkilerindeki arızaları onarma çabasına sevketmiştir. Esasen sıkıntılı vaziyetteki ekonomik ve malî duruma şimdi de deprem felâketinin yüksek faturası eklenmiştir. Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacının artmıştır. İşte Türkiye’nin dış ilişkilerinin içinde bulunduğu bu ortamda Finlandiya’nın ve İsveç’in NATO’ya üye olmak için yaptığı müracaat Türkiye’yi dış politikada külfetli bir tercih yapma durumunda bırakmıştır. Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyesi olabilmesi için Kuzey Atlantik Konseyi’nde gerekli olan konsensüsün (oydaşma) sağlanabilmesi için her iki devletin de bazı şartları yerine getirmeleri gerektiğini açıklamıştır. Bu şartlarla ilgi somut adımların atıldığını görmek istediğini her uygun vesileyle vurgulamıştır. Bu şartlar, genel çerçevesi itibariyle, Türkiye'nin hayatî çıkarlarını tehdit eden PKK ile PYD/YPG başta olmak üzere bunların her türlü uzantılarının bu ülkelerde rahatça hareket etmelerine mâni olunmasına dair beklentilerimiz hakkında olmuştur. Bu cümleden olmak üzere, terörle mücadele konusunda Türkiye ile işbirliğinin artırılması; başta PKK olmak üzere terörle ilişkilendirilen İsveç’teki Türkiye kökenli örgütlerin her türlü faaliyetinin engellenmesi; Türkiye’nin “terör suçlusu” olarak isimlerini verdiği kişilerin Türkiye’ye iade edilmeleri”, Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunun da kaldırılması gibi şartları sayabiliriz. Böylece, Finlandiya’nın ve İsveç’in NATO üyeliğinin gerçekleşmesi için konsensüsün oluşması, Türkiye tarafından ileri sürülmüş olan şartların hukuken ve fiilen yerine getirilmiş olmasına bağlanmıştır. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin görüşünü “NATO üyeliği çeşitli sorumlulukları da beraberinde getiriyor. İsveç ve Finlandiya NATO'ya üye olacaklarsa, ittifakın 70 yıllık mensubu Türkiye'nin güvenlik endişelerini dikkate almak zorundalar. Bunun aksi düşünülemez" şeklinde açıklamıştır. Gelişmelerin akışı içinde başlangıçta Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in katılımıyla Türkiye’nin şartlarıyla ilgili bir “Üçlü Mekanizma” kurulmasına dair Mutabakat Belgesi imzalanmıştır. Fazla zaman geçmeden Türkiye, Finlandiya’nın öne sürdüğümüz şartlarla ilgili olarak attığı adımları Üçlü Mutabakat’a uygun ve yeterli somut nitelikte olarak değerlendirmiştir. Böylece bu Devlet’in üyeliğine yeşil ışık yakmıştır. Finlandiya’nın NATO üyeliği Nisan 2023’te gerçekleşmiştir. İsveç Üçlü Mutabakat çerçevesinde bazı yasal düzenlemeler yapmakla beraber, fiiliyatta ülkesindeki terörist unsurların Türkiye aleyhindeki çeşitli faaliyetlerine mâni olamamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 1 Haziran’da twitter hesabından “İsveçli dostlarımıza billur kadar açık mesaj! Üçlü Muhtıra'dan doğan taahhütlerinizi yerine getirin ve terörle mücadelede somut adımlar atın. Gerisi takip edecek” mesajını vermek ihtiyacı duymuştur. Böylece “Üçlü Muhtıra'dan doğan taahhütlerin yerine getirilmesinin ve terörle mücadelede somut adımlar atılmasının” İsveç’in NATO üyeliğinin tahakkuku için Türkiye’nin temel şartı olduğu resmen bir kere daha vurgulanmıştır. Çavuşoğlu’nun bu mesajından sonra geçen 5 hafta zarfında NATO’da çeşitli Genel Sekreter dahil çeşitli üye devletlerin liderleri “İsveç’in Üçlü Mutabakat çerçevesinde üstlendiği görevleri yerine getirmiş olduğu ve İsveç’in üyeliğinin Vilnius NATO Zirvesi’nde gerçekleşmesinin zamanının geldiğini” vurgulayan demeçler vermişlerdir. Başta ABD olmak üzere, NATO’nun Türkiye ve Macaristan dışındaki 29 üyesi Türkiye’ye karşı âdeta bir diplomasi seferberliğine girişmişlerdir. Dış basında bu konuda çıkan haberlerde “Stockholm, Ankara'nın üyeliğine olan muhalefetini aşmak için son bir hamle yaparken, Batılı ülkeler de İsveç'i NATO'ya kabul etmesi için Türkiye üzerindeki baskıyı artırıyor” şeklinde ifadeler yer almıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan NATO Zirvesi için Vilnius’a hareketinden önce havalimanında yaptığı açıklamalarda “50 yılı aşkın zamandır Avrupa Birliği kapısında bekletilen bir Türkiye var. Ve şu anda NATO üyesi ülkelerin hemen hemen tamamı AB üyesidir. Türkiye'yi Avrupa Birliği kapısında 50 yılı aşkın zamandır bekleten bu ülkelere buradan sesleniyorum. Ama aynı zamanda Vilnius'da da sesleneceğim. Önce gelin Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde önünü açın ondan sonra biz de Finlandiya ile ilgili nasıl onun önünü açtıysak, İsveç'in de önünü açalım" ifadelerini kullanmıştır. Ben bu sözler şu şekilde anlıyorum: 1 Haziran 2023 itibariyle İsveç’in NATO üyeliğinin tahakkuku hakkında Türkiye’nin şartı Sayın Çavuşoğlu’nun ifadesiyle “Üçlü Muhtıra'dan doğan taahhütlerin yerine getirilmesi ve terörle mücadelede somut adımlar” atılmasıydı. Sayın Cumhurbaşkanı NATO Zirvesi için Vilnius’a hareketinden önce “Üçlü Mutabakat çerçevesinde somut adımlar atılması” şartını kaldırmış ve yerine “Türkiye’nin Avrupa Birliği'nde önünün açılması” şartını getirmiştir. Düz bir mantıkla bu doğrudur ve Türkiye’nin menfaatine de ters düşmez. Ancak, bu İsveç’in NATO üyeliğine Türkiye’nin yeşil ışık yakmasıyla, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde önünün açılması ve ülkemizin AB’ne tam üye olması eş zamanlı gerçekleşirse doğrudur ve Türkiye’nin menfaatine cevap verebilir. Oysa bu mümkün değildir. Hattâ eşyanın tabiatına aykırıdır. Türkiye Vilnius’ta İsveç’in NATO üyeliği için alınacak karara, yani “konsensüse” katılmasıyla Türkiye’nin AB üyeliğinin önünün açılması başka baharlara kalmıştır. Kaldı ki Türkiye’nin AB üyelik sürecinde önünün açılması farklı mahiyette bir konudur. Kabul edelim veya etmeyelim AB içinde karmaşık prosedürlere tabidir. Türkiye’nin üyelik süreciyle ilgili olarak daha önce 1999 Aralık Helsinki Zirvesi’nde tespit edilmiş ve bizim de maalesef kabul etmiş bulunduğumuz kriterler ve siyasî nitelikte şartlar vardır. AB Komisyonu’ndan bir yetkili gecikmeksizin “iki süreci birbirine bağlayamazsınız. İki süreç ayrıdır ” şeklinde görüş belirtmiştir. ABD Beyaz Saray’dan bir yetkili Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile ilgi olarak “ABD, Türkiye'nin AB üyeliğini her zaman desteklemiştir ve desteklemeye de devam edecektir. AB üyelik süreci AB ile Türkiye arasında bir konudur. Biz NATO İttifakı’na katılmaya hazır olan İsveç üzerinde odaklanmış bulunuyoruz” şeklinde açıklama yapmıştır. NATO Genel Sekreter’i Vilnius’ta NATO Zirvesi öncesinde İsveç’in üyeliği konusunda şu demeci vermiştir: “Türkiye İsveç'in NATO askeri ittifakına katılma hedefini parlamentoya iletmeyi kabul etti. İsveç, Türkiye'nin AB süreci, vize serbestisi ve Gümrük Birliği'nin güncellenmesi çabalarına da destek verecek.” ABD Başkanı Biden da yaptığı açıklamayla, görüşüme göre İsveç’in NATO üyeliği için Vilnius’ta karar alınacağına dair son noktayı koymuş bulunmaktadır. Biden şöyle demiş: “Türkiye, İsveç ve NATO Genel Sekreteri'nin bu akşam yaptığı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İsveç Katılım Protokolü'nü hızla onaylanmak üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne iletme taahhüdünü de içeren açıklamayı memnuniyetle karşılıyorum. Avrupa-Atlantik bölgesinde savunma ve caydırıcılığın güçlendirilmesi konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye ile birlikte çalışmaya hazırım. Başbakan Kristersson ve İsveç'i 32. NATO Müttefikimiz olarak karşılamayı dört gözle bekliyorum. Kararlı liderliği için Genel Sekreter Stoltenberg'e teşekkür ediyorum.” Vilnius’ta NATO Genel Sekreteri ile birlikte Türkiye ve İsveç’in taraf olduğu bir Bildiri ile İsveç daha önceki Üçlü Mutabakat Belgesinde de yer alan taahhütleri yediden teyit etmiş; izleme mekanizması kurulmuş bulunmasına rağmen görüşüme göre Vilnius’ta “atı alan Atlantik Okyanusu’nu geçmiştir.” BM, AB, NATO, Avrupa Konseyi, vesaire uluslararası forumlarda çok taraflı diplomasi işte böyle bir şeydir! Ekonomide, ticarette, teknolojide, enerjide, savunma sanayiinde, tarımda dışa bağımlı olan; cari işlemler açığı devamlı büyüme eğilimi gösteren, dış sermayeye büyük ve âcil ihtiyaç duyan ülkelerin uluslararası teşkilâtlar çerçevesindeki çok taraflı diplomasinin girdabına kapılması çoğu zaman kaçınılmaz olmaktadır. Bir devletin uluslararası plâtformdaki çok taraflı diplomaside elde ettiği sonuçlar, büyük ölçüde o devletin ikili düzeydeki ilişkilerinin statüsünün yansımasıdır. Birkaç hafta önce basınımızda "Batı ile ‘al-ver’ süreci... ABD ve AB, Erdoğan ile yeni 5 yıla hazırlanıyor" başlığı altında bir haber-yorum okumuştum. Biz bu şekildeki pazarlığa "al-ver" deriz ama Batı'da bu "ver-al" (give and take) şeklindedir. Ve Batı "almadan vermez"; bunu da biliriz. Hattâ alıp vermediği olduğunu da biliriz; görmüşüzdür! Hatırıma gelen örnekleri şunlardır: Türkiye 1980’de ABD Generali Rogers’ın sözlü bazı vaatlerine kanarak Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönüşüne razı olmuştur. Türkiye hiçbir siyasî ve askerî çıkar elde edememiştir. Aralık 1999’da AB Helsinki Zirvesi’nin Bildirisi’nde Türkiye’nin AB'ne katılım adaylığı için Türk-Yunan ilişkilerinde ve Kıbrıs konusunda dayatılan şartları kabul etmesi için “Kıbrıs’ın” AB üyeliği konusundaki hükümlere Türkiye’nin talebiyle ilâve edilen “…Konsey ilgili bütün faktörleri dikkate alacaktır” hükmü ne uygulanmış ne de bu hükmü hatırlayan olmuştur (Paragraf 9 b). [In this the Council will take account of all relevant factors.] 24 Nisan 2004’de Kıbrıs konusundaki Annan çözüm Plânı’nı Kıbrıs Türk Halkının kabul etmesi ve Türkiye’nin bu yönde teşvikte bulunması için KKTC ve Türkiye’ye AB ve ABD tarafından verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmemiştir. Annan Çözüm Plânı'nı Türkiye'nin etkin teşvikleriyle KKTC halkı % 65 oyla kabul ederken, Rumlar % 75 oyla reddetmiştir. Buna rağmen, AB, GKRY'nin 1 Mayıs 2004'te AB üyesi olmasını kabul etmiştir. KKTC'nin üzerindeki ambargolar ise sürdürülmektedir. Türkiye F-35 uçaklarının üretimi projesine katılmış, bu proje çerçevesinde satın almak istediği uçakların parasını ödemiş olmasına rağmen Türkiye ABD tarafından projeden çıkarılmış ve paraları ödenmiş uçaklar da Türkiye’ye verilmemiştir. Türkiye'nin satın almak istediği F-16'ların verilmesi de oyalanmaktadır. Temennim odur ki, İsveç’in NATO üyeliğini onay için TBMM’ne sunma kararı almış olan Türkiye bu defa sonradan hayal kırıklıkları yaşamasın! İsveç, Finlandiya ve bütün NATO müttefiklerimiz Türkiye’nin terörle mücadelesine destek versin! Türkiye’nin AB üyeliği için yol açılsın! Türkiye bu yolda samimiyetle ve kararlılıkla yürüsün! Yürürken Demokrasimizin evrensel ve çağdaş kriterlere göre eksikliklerini gidersin! Yine yürürken kendi Millî Davalarından ödünler vermesin! TBMM'nin İsveç'in NATO üyeliğine onay vermede millî menfaatlerimize uygun düşen en isabetli, hayırlı kararı alacağına inanıyorum; inanmak istiyorum. Son olarak bu gelişmelere Rusya’nın tepkisini belirtmek istiyorum. Rusya Türkiye’nin İsveç’in NATO üyesi olmasına “yeşil ışık” yakması üzerine bu aşamada doğrudan Türkiye’nin de adının zikredildiği bir tepki göstermiş değildir. Dış basında aktarıldığı ölçüde Putin’in Sözcüsü Peskov yaptığı bir açıklamada “Gelişmeyi yakından izliyoruz. NATO Zirvesi’nde alınan kararları tahlil edeceğiz ve buna göre güvenliğimizi temin edecek tedbirleri alacağız” demiştir. Basınımızda ise Peskov’un "İsveç’in NATO üyeliği hakkında Türkiye’nin NATO’ya karşı yükümlülükleri var, bunu anlıyoruz. Türkiye’yle görüş ayrılıklarımız olsa da ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz" şeklinde bir açıklama yaptığı haberi çıkmıştır. Türkiye’nin Vilnius’ta takındığı tutuma karşılık Rusya’nın Türkiye’ye aleni tepki göstermekten kaçınacağını tahmin ediyorum. Ancak ikili ilişkilerimizin akışı içinde Rusya’nın uygun bir fırsatta bize tepkisini hissettirmek için başka bir konuda bize karşı somut bir adım atması beklenmelidir.
- ATATÜRK'ün Na'şının Anıtkabi'e Nakli Töreninde Ankara Koleji İzcileri Nöbet Tuttu
İşaretli fotoğraf Tugay Uluçevik
- Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Açıklamalarının Düşündürdükleri
Tugay Uluçevik, Büyükelçi (E) 2 Şubat 2025 Yunanistan Dışişleri bakanlığının internet sitesinde yer alan bilgiye göre Dışişleri Bakanı George Gerapetritis “Efimerida ton Syntakton” isimli gazeteye 25 Ocak 2025 günü bir mülâkat vermiş. [i] Bakan rahat bir şekilde özgüven içinde konuşmuş Mülâkat metnini okuyunca bir Yunan Dışişleri Bakanı’nın başta Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunlar ve iki ülke ilişkileri olmak üzere, Yunanistan’ın uluslararası plândaki konumu, rolü hakkında bu kadar rahat bir dille, kendilerinden emin bir üslûpla ve kesin ifadelerle konuştuğuna daha önce meslek hayatım boyunca ve sonrasında rastlamadığımı söyleyebilirim. Ülkemizde yaşadığımız deprem felâketinden dört buçuk ay sonra Dışişleri Bakanı olan Gerapetritis kendi Bakanlık döneminde Türk – Yunan ilişkilerindeki “yumuşamanın” Yunanistan’a sağladığı kazançları, faydaları övgüyle anlatmanın huzuru içinde görünmektedir. Türkiye ile “yumuşama” süreci Yunan Bakan “Siyasi Diyalog, Pozitif Gündem ve Güven Artırıcı Tedbirler olmak üzere üç temel sütun sayesinde somut ve somut sonuçlar üretildi. Hava sahası ihlalleri neredeyse ortadan kaldırıldı, Ege'deki kaçakçılık ağları çökertildi, ikili ticareti ikiye katlamayı amaçlayan birçok önemli anlaşma imzalandı, onbinlerce Türk vatandaşı ve aileleri, geliş vizesi programıyla on adamızı ziyaret etti. Böylece yerel ekonomilere ekonomik bir destek sağlanıyor” demiş. Böylece Yunanistan’ın “yumuşamadan” olan tek taraflı kazançlarının bir kısmını tek tek saymış. Yunanistan için “tek sorun var” Yunan Bakan Gerapetritis Türkiye’nin iki ülke sorunlarının listesi hakkındaki görüşünün ve tutumunun kendi pozisyonlarını etkilemeyeceğinden emin bir ruh haleti içinde “Türkiye'nin askersizleştirme, savaş nedeni, ‘mavi vatan’, Türk Hükûmeti’nin Türk Petrol Şirketi'ne arama izni vermesi, “gri bölgeler” gibi iddiaları güncel bir politika ya da yeni bir gelişme değil. Tam tersine bu iddialar onlarca yıl öncesine dayanıyor. Türkiye'nin birkaç ay içinde politikasından vazgeçeceğini beklemiyorduk ama büyük ve bilinen farklılıklarımıza rağmen tartışabiliyor olmamız bir başarıdır. Türkiye, kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırmasını başka meselelere bağladığı sürece sınırlandırma tartışması başlayamaz” gibi sözleri rahatlıkla dile getirirmiş. “Yunanistan, uluslararası hukukun gerektirdiği şekilde, uluslararası yargı önüne getirilebilecek tek ihtilaf olan kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge'nin sınırlandırılması dışında egemenlik konularını veya konuları tartışmıyor” diyerek “böyle konuşursam Türkiye tepki gösterir; ‘yumuşama’ süreci tehlikeye girer” endişesinde olmadığını da göstermiş. Yunanistan Ege’de karasularını istediği zaman genişletir Gerapetritis’in şu sözleri üzerinde de bilhassa durmak gerekir. Şöyle demiş: “Karasularının genişletilmesine gelince, bunun Yunanistan'ın Uluslararası Hukuktan kaynaklanan tek taraflı, egemen ve devredilemez bir hakkı olduğunu ve Türk-Yunan diyaloğunun bir parçası olmadığını hatırlatmama izin verin. Bu hakkı ulusal çıkarları doğrultusunda ne zaman ve nasıl kullanacağının seçimi tamamen Yunanistan'a kalmıştır.” Türkiye’ye meydan okuma Bize göre bu diplomaside apaçık bir meydan okuma dilidir. Bellidir ki, Yunanistan çeşitli dış çevrelerden aldığı güvencelerle, sağladığı imkân ve kabiliyetlerle, gelen bazı mesajlarla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin “savaş sebebi” [casus belli] pozisyonunu sanki umursamaz bir düşünce yapısına sahip olmuştur. Şayet Yunanistan’ın bu düşünce yapısı Türkiye’nin sözde “yumuşama” sürecini devam ettirme isteğinden kaynaklanıyorsa bu yanılgı fevkalâde tehlikelidir. Yunanistan BMGS’nin Kıbrıs’taki iki Lideri buluşturmasından çok memnun Gerapetritis Kıbrıs konusunda kendisine yöneltilen suale de şöyle cevap vermiştir: “Kıbrıs Sorununun çözümü Yunan dış politikasının en önemli önceliklerinden biridir. Kıbrıs Cumhuriyeti ile koordinasyon içinde Kıbrıs Sorununu işleyen bir konu olarak BM'nin gündeminin üst sıralarında tutmayı başardık. Son dönemde tanık olduğumuz hareketlilikler de bunu kanıtlıyor. Meselâ, BMGS António Guterres'in Kişisel Temsilci ol María Ángela Holguín'i ataması ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Christodoulides ile Kıbrıslı Türk lider Ersin Tatar arasında 15 Ekim 2024'te BMGS’nin himayesinde ilk gayri resmi toplantının gerçekleşmesi önemli kilometre taşlarıdır. 20 Ocak'ta Cumhurbaşkanı Christodoulides ve Kıbrıslı Türk lider, güven artırıcı bir önlem olarak yeni geçiş noktalarının açılması olasılığını araştırmak üzere BM Özel Temsilcisi'nin himayesinde Lefkoşa'da bir araya geldi. Genişletilmiş formattaki görüşmeler de dahil olmak üzere daha fazla ilerleme bekleniyor. Yunanistan-Türkiye ilişkilerindeki iyileşmenin müzakerelerin yeniden başlamasına katkı sağladığı ve ilerlemesi için daha iyi koşullar yarattığı gözden kaçırılmamalı. BM Barış Gücü BMGK kararlarına göre çözüme katkı yapar Kıbrıs'taki BM Barış Gücü'nün (UNFICYP) görev süresinin yenilenmesine ilişkin BM Güvenlik Konseyi Kararının Ocak ayı sonuna kadar kabul edilmesi bekleniyor. Seçilmiş bir üye olarak Yunanistan, mümkün olan en iyi sonuca ulaşmak için Güvenlik Konseyi bünyesinde hedefli eylemlerde bulunmuştur. UNFICYP'in görev süresinin yenilenmesi, Kıbrıs Sorununun Güvenlik Konseyi Kararları çerçevesinde sürdürülebilir ve adil bir çözüme kavuşturulmasına yönelik çabalara şüphesiz katkı sağlayacaktır.” Bilindiği üzere, yazarınız, KKTC’nin BMGS’nin “iyi niyet görevi” içinde kalmayı sürdürmesinin ve KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Tatar’ın BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesinde düzenlediği faaliyetlere katılmasının, GKRY Lideri ile “gayrıresmî” olarak nitelense de buluşmalarının “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” politikasıyla bağdaşmadığını her uygun vesileyle ifade etmektedir. BMGS’nin, ABD’nin, AB’nin ve hattâ KKTC’deki siyasî ana muhalefetin ortada iki taraf arasında belirli bir çözüm hedefi üzerinde mutabakat olmadığını bile bile BMGS’nin “iyi niyet görevini” adadaki her iki tarafın katılımıyla sürdürmesini teşvik etmesinin başlıca sebebinin de KKTC’nin uluslararası plânda tanınma sürecini tam teşekküllü şekilde başlamasının önünü kesmek olduğunu düşündüğünü belirtmektedir. Gerapetritis’in açıklamaları yazarınızın görüşlerini teyit ediyor Yunanistan Dışişleri Bakanı Gerapetritis’in Kıbrıs uyuşmazlığı konusunda BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesinde geçen Ekim ayından bu yana meydana gelen gelişmelerden kendi dış politikalarına başarı hissesi çıkaracak ölçüde memnuniyet ifadeleriyle söz etmesi, yazarınızın görüşlerindeki endişenin yersiz olmadığına işaret etmektedir. Suriye’nin MEB sınırlandırması Avrupa’yı ilgilendirir Mülâkatta gazeteci Yunanistan Dışişleri Bakanı Gerapetritis’e “Türkiye ile Suriye'nin kendi aralarında MEB sınırlandırması yönünde ilerlemesi durumunda Yunan diplomasisinin somut bir eylem plânı var mı? Atina'nın tepkisi ne kadar sert olabilir ve iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl etkileyebilir?” sorusunu yöneltmiş. Yunan Bakan’ın cevabının bir bölümü şöyle: “Dış politika yalnızca âcil durum plânlamasıdır; böylece etkili ve zamanında tepki verebiliriz. Dikkatli davranan Yunan diplomasisi, akla yatkın görünmeyen senaryolar da dahil olmak üzere her türlü senaryoya hazırdır. Elbette geçiş durumu böyle bir anlaşmaya meşruiyet sağlamaz. Bu konularda Kıbrıs Cumhuriyeti'yle, komşularımızla, Avrupalı ortaklarımızla sürekli iletişim halindeyiz. Potansiyel bir sınırlamanın Avrupa sınırlarını da etkilediğini unutmamalıyız. Dolayısıyla Avrupalı yetkililerin son dönemdeki müdahalelerinden de fark edeceğiniz gibi, böyle bir olasılık Avrupa'yı da ilgilendiriyor.” Türkiye ve Suriye’ye Avrupa ile gözdağı Gerapetritis Türkiye’ye ve Suriye’ye “Avrupa ile, AB ile” gözdağı vermektedir. Yunanistan BMGK üyesi Yunanistan halen 2027 sonuna kadar BMGK üyesidir. Önümüzdeki Mayıs ayında da BMGK Başkanlığını Yunanistan deruhte edecektir. Bellidir ki Yunanistan BMGK üyesi olarak sahip olduğu statüden Kıbrıs uyuşmazlığını kendi emel ve çıkarlarına uygun bir istikamete yöneltebileceğini ummaktadır. [i] https://www.mfa.gr/en/minister-of-foreign-affairs-george-gerapetritis-interview-with-efimerida-ton-syntakton-newspaper-and-journalist-antonis-telopoulos-25-01-2025/
- Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün Görev Süresinin Uzatılması
Tugay ULUÇEVİK, Büyükelçi (E) 9 Eylül 2019 Giriş 27 Mart 1964 tarihinden bu yana Kıbrıs adasında bulunan Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün (BMBG) [i] görev süresi (görev talimatının süresi) BM Güvenlik Konseyi’nin 25 Temmuz 2019 tarihinde kabul ettiği 2843 (2019) sayılı Kararla yeniden 6 ay uzatıldı. Böylece BMBG’nün görev süresi son 55 yıl içinde 113’üncü kez uzatılmış oldu. BM Güvenlik Konsey’inde ilk defa 27 Aralık 1963 tarihinde görüşülmüş olan Kıbrıs konusunun esası hakkında ve Barış Gücü uygulamalarına ilişkin olarak bugüne kadar kabul edilen Konsey kararlarının sayısı da 141’i buldu. BMBG Ada’da konuşlandırıldığı zaman görev süresi 3 ay olarak belirlenmişti. Mart 1965’den itibaren BMBG’nün görev süreleri sürekli olarak 6 ay uzatılmaya başlandı. Bu uygulama günümüze kadar geldi. Ankara ve Lefkoşa’da Yapılan Açıklamalar 2843 sayılı Kararın kabulünden sonra Ankara’da Dışişleri Bakanlığımız, [ii] Lefkoşa’da da KKTC Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı [iii] tarafından 26 Temmuz günü birer açıklama yapılmıştır. Ayrıca, KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın Sözcüsü’nün bu konuda 27 Temmuz’da yaptığı bir değerlendirme yayınlanmıştır. [iv] Ankara’daki açıklamada, öne çıkan konu BMBG’nün görev süresinin uzatılmasında uyulması gereken yöntem olmuştur. Dışişleri Bakanlığımızın açıklamasında bu konuda “BMBG’nün görev yönergesinin (mandate) süresi uzatılırken, BM’nin yerleşik uygulamalarına aykırı bir biçimde, KKTC’nin rızasının alınmaması en önemli eksikliktir” ifadesi yer almıştır. Bu ifadeden anladığım, Bakanlığın açıklamasında KKTC ibaresinin “Kıbrıs Türk tarafı” yerine kullanıldığı; BMBG’nün görev süresinin son uzatılmasında yerleşik uygulamaya aykırı olarak bu defa Kıbrıs Türk makamlarının mutabakatının alınmamış olduğu merkezindedir. Çünkü, BM’nin KKTC’ni tanımadığı, BM’nin Barışı Yapma (peacemaking) faaliyetinde Kıbrıs Türk tarafını, KKTC olarak değil 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” iki toplumundan biri olarak muhatap aldığını biliyoruz. Bu sebeple de son uzatmada BM’nin Kıbrıs Türk tarafı ile istişare etmemesi sebebiyle Bakanlığımızın açıklama yapma ihtiyacı duymuş olduğunu değerlendiriyorum. Ankara’nın açıklamasında, ayrıca, Kararın içeriğinin Kıbrıs konusunun özüne ve Doğu Akdeniz’deki gerginliğe dair bazı unsurları üzerinde de durulmuştur. Karar hakkında KKTC Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı tarafından aynı gün yapılan açıklamaya atıfla “Türkiye tarafından tamamıyla desteklenmektedir” denilmiştir. KKTC Dışişleri Bakanlığının açıklamasında ise, BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin prosedürde “yerleşik uygulamaya ” uyulmama olayından, yani KKTC’nin (Kıbrıs Türk tarafının) uzatma konusunda mutabakatının aranmamış olmasından bahis yoktur. Açıklamada, giriş cümlesi olarak BMGS’nin raporunda “iki tarafa, yerel ve uluslararası aktörlere, iş birliği yapmaları yönünde” yapılan çağrı üzerinde durulmuştur. Bu çağrıyı “ çok yerinde bir mesaj olarak değerlendiriyor ve selâmlıyoruz” denilmiştir. Açıklamanın son cümlesinde de “Rapor ve kararın diğer bazı noktalarıyla ilgili ciddi itirazlarımızın olduğunu ve bu itirazları hem Bakanlığımız hem de New York Temsilciliğimiz vasıtasıyla, BM Genel Sekreteri ve Güvenlik Konseyi başta olmak üzere, ilgili tüm taraflarla en detaylı şekilde paylaşmakta olduğumuzu kamuoyumuzun dikkatine getiririz” şeklinde genel ve müphem bir itiraz beyanı yer almıştır. Bu itirazların neler olduğu kamuoyu ile paylaşılmamıştır. KKTC Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü’nün yaptığı değerlendirmeye gelince: BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin yerleşik uygulama ya aykırı davranılarak Kıbrıs Türk tarafının (KKTC’nin) rızasının alınmamış olması konusuna, önemi ile mütenasip olmayan şekilde, değerlendirmenin sonunda yer verilmiştir. Kullanılan ifade şöyledir. “Kıbrıs Türk Tarafını yok sayması ve yalnızca Rum tarafının rızasını alması ve bunu 55 yıldır bu şekilde sürdürmesi hakkaniyete dayanmayan kabul edilemez bir durumdur.” Bu durum “kabul edilmezdir” de önlemek için ne yapılmıştır ve bundan sonra vukubulmaması amacıyla ne gibi girişimler plânlanmaktadır, bunlara değinilmiş değildir. Yukarıda anahatlarıyla naklettiğim açıklamaların içeriği Kıbrıs konusundaki politikamızın uygulanması bakımından ziyadesiyle düşündürücüdür ve “Millî Dava’nın” ele alınış tarzı hakkında sürüklenişin işaretlerini taşımaktadır. Yerleşik Uygulamanın İhlâli Geçiştirilmemelidir Kıbrıs’taki BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin “yerleşik uygulamada” yapılan “önemli eksiklik” Dışişleri Bakanlığımız ve - sınırlı ve çelişkili ifadelerle de olsa - KKTC’nin makamları tarafından kamuoyumuzun bilgisine getirilmiş olmasına rağmen, konu, sanırım Türkiye’nin iç ve dış siyaset gündemindeki yoğunluk sebebiyle olacak, kamuoyumuzda yankı bulmamıştır. Kanaat önderi düşünür ve yazarlarımızın dikkat alanına girememiştir. Ne yazık ki KKTC’de de üzerinde durulmamıştır. Oysa BM’nin BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin yönteme ve bu yönteme uygun olarak yerleşmiş olan uygulamaya aykırı bir tutum ve davranış içinde olması, bir açıklamayla “eksiklik” olarak nitelenerek geçiştirilebilecek olağan mahiyette bir gelişme değildir. Kıbrıs konusunun özüyle de doğrudan irtibatlıdır. Filhakika, BM’nin Kıbrıs sorununda üstlendiği görevin iki bacağı vardır: “Barışı Koruma” (peacekeeping) ve “Barış Yapma” (peacemaking). Bu iki görev BM’nin yürüttüğü görevde paranın iki yüzü gibidir. Kıbrıs müzakere sürecinde (peacemaking) taraflar arasında cari olan sözde “on an equal footing” kaidesinin “peacekeeping” faaliyetinde taraflar arasında geçerli olmayacağını düşünmek ve bunu savunmak mümkün müdür? BM’nin barışı koruma faaliyetinde eşit kabul edilmeyen tarafların müzakere sürecinde eşit olduklarının öne sürülmesi inandırıcı olabilir mi? BM’nin barışı koruma faaliyetinde KKTC’nin ((Kıbrıs Türk tarafının) “yerleşik uygulamaya aykırı biçimde” BM tarafından yok sayıldığı bir dönemde KKTC’nin Cumhurbaşkanı’nın BM şemsiyesi altında çözüm arayışını sürdürmesinin millî çıkarlarımız açısından haklı bir gerekçesi olabilir mi? BMBG’nün görev süresi uzatılırken BM’nin takındığı Kıbrıs Türk tarafını dışlayıcı tutum Ankara’da ve Lefkoşa’da işte bu zaviyelerden de değerlendirilmeliydi. Türk Tarafına Meydan Okuma, Dayatma Ortada sonradan kâğıt üzerinde sonradan telâfisi mümkün olan bir maddi “eksiklik” değil, Konsey’in aldığı “uzatma” kararını sakatlıkla malûl ve dolayısıyla yok hükmünde kılan ve özellikle “rızası” alınmayan taraf için “uzatmanın” geçersiz olması sonucunu doğuran ciddi bir “yerleşik uygulama” ihlâli vardır. “Yerleşik uygulamaya” aykırı olarak KKTC’nin (Kıbrıs Türk tarafının) mutabakatının alınmamış olması, Türkiye’ye ve KKTC’ne (Kıbrıs Türk tarafına) karşı bir “meydan okuma”, “dayatma” demektir. Bahis konusu olan BM’nin ilgili organlarının “yerleşik uygulamaya” aykırı tutumudur. Bu aykırılıkta ihmal edilmiş olan taraf da KKTC’dir (Kıbrıs Türk tarafıdır). Türkiye, BMBG’nün görev süresinin uzatılması konusunda pozisyonunu KKTC'nin pozisyonuna göre belirler ve KKTC’ni destekleyen şekilde açıklar. Konunun başından itibaren uygulama bu şekilde olagelmiştir. Son uzatma işleminde uygulamada Kıbrıs Türk tarafının “mutabakatı” sorulmadığına göre, bu duruma öncelikle KKTC’nin ve sonra da KKTC’ni destekleme sadedinde Türkiye’nin zamanında tepki göstermiş ve “yerleşik uygulamaya ” aykırılığı önleyecek ve yöntemde “eksikliğe” meydan bırakmayacak girişimlerde bulunmuş olmaları gerekirdi. Bu girişimlerin sonuçsuz kalması durumunda da KKTC ve Türkiye’nin, BMBG’nün Kıbrıs’taki varlığının ve görev faaliyetlerinin 31 Temmuz 2019 gece yarısı sona ermiş olacağını uzatma prosedürünün cereyan ettiği zaman diliminde BM’nin ilgi organ ve makamlarına resmen bildirmiş olmaları beklenirdi. Aynı bildirim çerçevesinde BMBG’nün KKTC topraklarındaki varlığının da aynı gün ve saatte sona ermiş olacağı duyurulmalıydı. Bu yolda alınacak karar cesaretle uygulanmalıydı. BMBG’nün görev süresinin 1964 Haziran ayındaki ilk uzatmasından itibaren uzatma işlemindeki uygulamayı bilenler için son durum hakkında başka yönde değerlendirme yapma imkânsızdır. BM’nin Barışı Koruma Faaliyetlerinin (UN Peacekeeping Operations) Genel Temel İlkeleri [v] : BM Güvenlik Konseyi’nin BMBG’nün görev süresini uzatan Kararı almasından sonra Dışişleri Bakanlığımızca yapılan açıklamada, uzatmada “BM’nin yerleşik uygulamalarına aykırı biçimde” hareket edilmiş olduğuna vurgulanarak işaret edilmiştir. Bu sebeple, BMBG’nün Ada’da konuşlandırılmasından sonra görev süresinin uzatılmasında BM’nin “yerleşik uygulama” olarak nitelenebilecek ne şekilde bir uygulama yapageldiğini saptamamız gerekmektedir. Bununla beraber, bu saptamanın konuya ışık tutabilmesi için öncelikle, Kıbrıs’taki BMBG’nün faaliyetlerinin normatif çerçevesine, siyasî ve hukukî temeline işaret edilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum. BM’nin kendi kaynaklarındaki ifadelerle BM’nin Barışı Koruma faaliyeti genel açıdan 3 temel ilkeye dayanmaktadır: Birincisi, faaliyetin uyuşmazlığın asıl taraflarının rızası ile oluşturulmasıdır. (UN peacekeeping operations are deployed with the consent of the main parties to the conflict) [vi] Bu ilke hakkında bazı BM kaynaklarında da şu ifade yer almaktadır: “BM’nin barışı koruma faaliyetinin bir temel ilkesi, misyona ev sahipliği yapan devletin ve uyuşmazlığın diğer taraflarının hükûmetlerinin rızası ile konuşlandırılmasıdır.” ( A fundamental principle of United Nations (U.N.) peacekeeping is that missions deploy only with the consent of the host-state government and the other parties to a conflict.) [vii] İkincisi, Barış Gücü’nün görev yaptığı ülkede ihtilaflı taraflar karşısındaki “tarafsızlığıdır” (impartiality). Üçüncüsü, Barış Gücü’nün meşru müdafaa ve görev talimatının (madate) savunulması durumları dışında kuvvet kullanmamasıdır (Non-use of force except in self-defence and defence of the mandate). BMGS Guterres 28 Mart 2018 tarihinde “Barışı Koruma İçin Hareket” (Action for Peacekeeping – A4P) inisiyatifini başlatmıştır. “BM Barış Koruması Hakkında Ortak Taahhütler Deklarasyonu” ( Declaration of Shared Commitments on UN Peacekeeping) başlıklı bir bildiri hazırlanmıştır. [viii] 25 Eylül 2018’de New York’da yüksek düzeyli ve geniş katılımlı bir toplantı yapılmıştır. BM’nin barışı koruma faaliyetine ilişkin 3 temel ilke bu Bildiri’de de zikredilmiştir. Türkiye anılan toplantıya katılmıştır. Bildiri’yi 18 Eylül 2018’de onaylamıştır. Sözkonusu ilkeler Güvenlik Konseyi’nin 2018 içinde barışı koruma hakkında aldığı kararlara dahil edilmiştir. [ix] Kıbrıs BMBG İçin Siyasî ve Hukukî Temel, Çerçeve: 186 Sayılı Karar BMBG, BM Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı Kararı üzerine oluşturulmuş ve Ada’da konuşlandırılmıştır. 186 sayılı Karar BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusundaki ilk Kararıdır. Bu Karar Kıbrıs Rum EOKA terör örgütünün Ada’da Türk halkına yönelik “etnik temizlik” harekâtına başlamasından yaklaşık iki buçuk ay sonra 4 Mart 1964 tarihinde alınabilmiştir. O dönemde BM Güvenlik Konseyi 11 üyeden oluşmaktaydı. Üyeler şunlardı: Bolivya, Brezilya, Çin (Taiwan), Çekoslovakya, Fransa, Fildişi Sahili, Fas, Norveç, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (İngiltere) ve ABD. Konsey’in o ayki Başkanlığı Çin tarafından yürütülüyordu. Karar tasarısı Bolivya, Brezilya, Fildişi Sahili, Fas ve Norveç tarafından hazırlanmış ve Konsey’e Bolivya tarafından sunulmuştur. Karar tasarısının BMBG’nün oluşturulmasına ilişkin 4. işlem paragrafı üzerinde Fransa, Çekoslovakya ve SSCB ayrı oylama talep etmişlerdir. Oylamada çekinser oy kullanmışlardır. Yaptıkları oy izahında, anılan paragrafta aslında doğrudan Konsey’e ait olan yetkilerin önemli ölçüde BMGS’ne devredilmiş olduğunu düşündüklerini, başlıca bu sebeple ayrı oylamada çekinser kaldıklarını belirtmişlerdir. Karar tasarısının bütünü üzerindeki oylamada 11 üye olumlu oy kullanmıştır. Oylamadan sonra konuşan BMGS U Thant Kıbrıs BMBG hakkında kendisine tevdi edilmiş olan görevleri Kararda isimleri zikredilen Hükûmetler (Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere) ile yakın iş birliği yaparak yerine getireceğini ifade etmiştir. [x] Bu sözleriyle BMGS Kıbrıs’taki BMBG faaliyetlerinin çeşitli veçhelerine ilişkin işlemlerde Ada’daki doğrudan ilgili tarafları muhatap alan uygulamalar yapılacağını ortaya koymuştur. 186 sayılı Karar Ada’da 1960 “Anayasası’nın” yürürlükte olduğunu; “iki toplumlu” bir “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” ve iki toplumu da temsil eden meşru bir “Kıbrıs Hükûmeti’nin” varlığını sürdürdüğünü varsayan bir içerik taşımaktadır. Türkiye, o dönemde 1960 Antlaşmaları uyarınca Ada’ya askerî müdahalede bulunmasını engelleyen faktörler sebebiyle, BMBG’nün gecikmeksizin oluşturulmasından ve sahaya gönderilmesinden yana olmuştur. Yine o dönemde, Türkiye, “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile diplomatik ilişkilerini kesmemiştir. Lefkoşe Büyükelçiliğimiz ülkemizi “Kıbrıs Cumhuriyeti” nezdinde temsil etmiştir. Bu durum 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilânının ertesine kadar devam etmiştir. Devlet’in “iki kurucu toplumlu” vasfı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’na göre devam ediyormuş gibi Makarios Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı Yardımcısı addedilmiştir. Rauf Denktaş anayasal bir kurum olan Türk Toplumu Cemaat Meclisi Başkanı unvanını taşımıştır. Şubat 1968’de 1960 Anayasası çerçevesinde yapılan seçimlerde Makarios Cumhurbaşkanı; Dr. Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçilmişlerdir. (Başkaca aday olmadığı için seçilmiş sayılmış ve ilân edilmiştir). Şubat 1973’de de Makarios Cumhurbaşkanı; Rauf Denktaş Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuşlardır. BMGS devrevî raporlarında Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş için 1960 Anayasası’ndaki unvanlarını kullanmıştır. [xi] BMGS’nin o dönemlerdeki raporlarında “BMBG’nün Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile hem Cumhurbaşkanı Yardımcısı hem Kıbrıs Türk toplumu lideri sıfatlarıyla ilişkilerini yürüttüğü” kayıtlıdır [ UNFICYP deals with the Vice-President of the Republic both in his capacity as Vice-President and as leader of the Turkish Cypriot community.] [xii] 186 Sayılı Kararın İçeriği 186 sayılı Karar’ın Birinci işlem paragrafında, BM üyesi Devletlere “egemen Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki” durumu daha da kötüleştirecek veya uluslararası barışı tehlikeye düşürecek eylemde veya eylem tehdidinde bulunmaktan kaçınmaları yolunda çağrı yer almıştır. Bu hüküm esas itibariyle Türkiye’yi 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan askerî müdahale hakkını kullanmaktan caydırmaya yönelik bir amaç taşımıştır. İkinci işlem paragrafında, Ada’da “asayişin sağlanmasından ve idame ettirilmesinden sorumlu olan Kıbrıs Hükûmeti’nden şiddeti ve kan dökülmesini durduracak bütün ilâve tedbirleri alması” istenmiştir. Üçüncü işlem paragrafında, “azami itidali göstermeleri yolunda Kıbrıs’taki toplumlara ve liderlerine” çağrı yapılmıştır. Dördüncü işlem paragrafında, “Kıbrıs Hükûmeti’nin rızasıyla (with the consent of the Government of Cyprus) Kıbrıs için bir BM Barışı Koruma Gücü (BMBG) oluşturulması tavsiye” edilmiştir. BMBG’nün “bileşiminin” (composition) ve “büyüklüğünün” (size) BMGS tarafından Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık Hükûmetleri ile istişare edilerek belirlenmesi öngörülmüştür. Beşinci işlem paragrafında, BMBG’nün görevleri “çatışmanın yeniden başlamasının önlenmesi, asayişi kurulması ve devam ettirilmesi ve normal şartlara dönülmesinin sağlanması için mümkün olan gayretin gösterilmesi” şeklinde belirlenmiştir. Altıncı işlem paragrafında, BMBG’nün görev süresinin 3 ay olması tavsiye edilmiştir. Yedinci işlem paragrafında, BMGS’nin Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık (İngiltere) Hükûmetleriyle danışma yaparak Kıbrıs’taki sorun için bir “arabulucu” (mediator) görevlendirmesi tavsiyesinde bulunulmuştur. Böylece, BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs sorunun, BM Yasası’nın “İhtilâfların Barışçı Çözümü” ( Pacific Settlement of Disputes) başlıklı VI. Bölümünde öngörülen yöntemler ve vasıtalarla çözümünü öngören eden bir tutum benimsemiştir. Kıbrıs sorununda doğrudan “ilgili tarafları” ifade etmek üzere BM’nin Kıbrıs konusuna ilişkin terminolojisine yerleşen “parties concerned” kavramının kaynağı 186 sayılı Kararın 7. İşlem paragrafıdır. Anılan kavram uygulamada Kıbrıs Türk tarafını da ihtiva etmektedir. BM Güvenlik Konsey Kıbrıs Konusunda Gerçekleri Görememiştir 186 sayılı Karar, BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusundaki dar ve kısa görüşlülüğünün mahsulü olmuştur. Konsey, Kıbrıs’taki BMBG bakımından 186 sayılı Kararın yazımında BM’nin barışı koruma faaliyetlerine dair yukarıda sayılan genel ilkelerini gözetmemiştir. Karar’da BMBG’nün oluşturulmasını Kıbrıs sorununun “asıl taraflarının” (main parties) değil, sadece “Kıbrıs Hükûmeti’nin rızasına” bağlı kılmıştır. Konsey, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan kısa bir sonra Rumların çeşitli anayasal ihtilâflar yaratmalarının; Türklere karşı silâhlı saldırılar başlatmalarının gerçek sebeplerini, amacını, olayların boyutlarını doğru şekilde görme ve değerlendirme başarısını gösterememiştir. Ada’daki durumu, taraflar arasındaki Anayasa’nın yorumlanmasından ve uygulanmasından kaynaklanan, karşılıklı iyi niyetle üstesinden kolaylıkla gelinebilecek uyuşmazlıklar ve iç asayiş sorunları olarak değerlendirme cihetine gitmiştir. Kıbrıslı Rumların Yunanistan’ın fiilî desteğiyle Ada’da Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik hareketine girişirken aslında saplantıyla sürdürdükleri tarihî “enosis” hedefine yönelik plânlı ve uzun vadeli bir mücadeleyi başlattıklarının farkında olamamıştır. 186 sayılı Karar’ın hareket noktasını, Rumların saldırılarının kısa sürede durdurulacağı, yeniden başlamasının önleneceği, karşılıklı güven ortamının yaratılacağı ve böylece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 anayasa düzeninin çok geçmeden yeniden işlemeye başlayacağı varsayımı teşkil etmiştir. Bu varsayımla da BMBG için uzun vadeli bir görev öngörülmemiştir. Kısa süreli bir barış gücünün masraflarının BM üyesi Devletlerin gönüllü parasal katkılarıyla karşılanabileceği düşünülmüştür. Başlangıçta BMBG’nün 3 ay için görevlendirilmiş olması ve BMGS’nin de 1964 Aralık ayında Konsey’e henüz daha üçüncü görev süresi uzatma teklifini yaparken bunun “son uzatma olacağı ümidini taşıdığını” açıklaması [xiii] bu yüzdendir. 186 sayılı kararda BMBG’nün kurulmasının sözde “Kıbrıs Hükûmeti’nin” rızasına bağlı kılınmış olması sebebiyle Kıbrıslı Rumlar, BMBG’nü Ada’da kendi emellerine ve hedeflerine ulaşmada kullanabilecekleri bir vasıta olarak görmeğe temayül etmişlerdir. Rumların bu eğilimi somut davranışlar halini alınca, BMGS, 1965 yılında yayınladığı bir raporunda (11 Mart 1965, S/6228, para. 274), BMBG’nün, “Hükûmet’in kendi otoritesini Kıbrıs Türk toplumunun şimdi kontrolü altında bulundurduğu bölgelere kuvvet kullanarak yaymasına alet olmayacağını” ifade etmek ihtiyacını duymuştur. […UNF'ICYP by its very nature cannot wholly satisfy the aspirations and aims of either community in Cyprus. On the one hand, it cannot act as an instrument of the Government in helping it to extend its authority by force over the Turkish Cypriot community in the areas now under its control.] Makarios 186 sayılı kararı “ENOSIS dışında elde edilebilecek en iyi sonuç” (the next thing to enosis) sözleriyle değerlendirmiştir. Makarios, yaptığı açıklamada “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Antlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xiv] Gerçek odur ki, 186 sayılı karar, çözüm yolunda Kıbrıs’taki iki taraf arasında köprü kurulmasına yarayacak hiçbir malzeme ihtiva etmemiş; aksine 1960’da kurulmuş olan bütün köprüleri yıkan bir tahrip kalıbı görevi ifa etmiştir. Yıllar sonra, Kıbrıslı Rumlar AB’ne tam üyelik için müracaatta bulunurken ellerine 186 sayılı kararın metnini almışlardır. AB de , KKTC’nin ve Türkiye’nin yazılı ve sözlü itirazlarına karşın, Rumların başvurusunu kabul edip tam üyelik aşamasına kadar yürütürken, tutumunu 186 sayılı karara dayandırmıştır. Denilebilir ki, bu yüzden de 186 sayılı karar daha kabul edildiği günden itibaren Kıbrıslı Rumları Kıbrıs sorununun çözümüne ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiş bulunmaktadır. Bu durum, Kıbrıs sorununun günümüze kadar çözülemeden kalmasının temel sebebini oluşturmaktadır. 186 Sayılı Karar ve Türkiye ve KKTC’nin Pozisyonu Türkiye 186 sayılı Kararı, 1964’ün genel şartları içinde BMBG’nün Ada’da konuşlandırılmasına imkân verdiği için başlangıçta olumlu açıdan değerlendirme cihetine gitmişse de, sonradan gerçekleri görmüştür. Bu sebeple Türkiye ve KKTC, BM Güvenlik Konseyi’nin içinde “Kıbrıs Hükûmeti” kavramının yer aldığı bütün kararlarına karşı çıkagelmiştir. Türkiye Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi'nin gündemine girdiği 1963 Aralık ayından sonra ilk defa olarak 1 Ocak 2009 - 31 Aralık 2010 devresinde BM Güvenlik Konseyi’nde üye olarak yer almıştır. Böylece, Kıbrıs sorununun tarihinde ilk defa olarak o dönemde Kıbrıs'a ilişkin bir karar tasarısı üzerindeki oylamaya katılmıştır. Kıbrıs’taki Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin karara tasarısı üzerinde 29 Mayıs 2009 günü Güvenlik Konseyi’nde cereyan eden oylamada, Türkiye Daimî Temsilcisi Büyükelçi Baki İlkin - karar tasarısında sözde “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı yer aldığı gerekçesiyle - "hayır" oyu kullanmıştır. Konsey’in diğer 14 üyesi "evet" oyu vermişlerdir. Türkiye karar tasarısına red oyu kullanmakla ilkelere dayalı geleneksel tutumumuza uygun hareket etmiştir. Türkiye Konsey’de 14 Aralık 2009 ve 15 Haziran 2010 tarihlerinde de benzer içerikli karar tasarılarına aynı mülâhaza ve gerekçelerle olumsuz oy vermiştir. BM’nin Yerleşik Uygulamasından Ne Anlaşılmalıdır? Bakanlığımızın açıklamasında, BMBG’nün görev talimatının Konsey’deki son uzatılmasında yapılan uygulamanın kendisine aykırı olduğu ifade edilen “yerleşik uygulama” nedir, nasıldır? BM’nin uygulamasının iki veçhesi vardır: Birinci veçhesi, BMBG’nün görev süresini uzatmak için Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararın içeriği bakımından uygulamadır. İkinci veçhesi de, Konsey’de karar alınmadan önce BM’nin sahada “ilgili taraflarla” (parties concerned) yaptığı temas ve görüşmelere ve bunların resmen belgelenmesi için BM görevlilerinin gerçekleştirdikleri işlem ve eylemlere dair uygulamadır. Sözkonusu temas ve görüşmeler, BM tarafından 1960’da kurulan iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti ve Hükûmeti meşru zeminde varlığını sürdürdüğü varsayılarak Kıbrıs’taki iki tarafla ve Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık ile Kıbrıs’ta, BM Merkezi’nde ve/veya başkentlerde BMGS’nin Ada’daki temsilcisi, New York’taki memurları ve Güvenlik Konseyi Başkanı tarafından gerçekleştirilmiştir. Konsey’in Uzatma Kararının İçeriği Bakımından Yerleşik Uygulama BMBG’nün 1964’de Kıbrıs’ta konuşlanmasından bu yana kabul edilen uzatma kararlarının, biri hariç, tamamında uzatma için “Kıbrıs Hükûmeti’nin” “kabulü” veya “mutabakatı” zikredilmiştir. Bu açıdan “yerleşik uygulamada” bir değişiklik yoktur. Sadece BMBG’nün görev süresinin ilk defa uzatıldığı (3 ay) 20 Haziran 1964 tarihli ve 192 sayılı Kararda “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı yer almamıştır. Uzatma kararı “BMGS’nin Raporu not edilerek” alınmıştır. Bütün İlgili Tarafların Rızası Kararlarda İfade Ediliyor 1974 Kıbrıs Barış Harekâtımızın sonrasından KKTC’nin ilânına kadar geçen yıllık dönemde uzatma kararlarının giriş paragraflarından birinde “İlgili tarafların Genel Sekreter’in BMBG’nün görev süresinin 6 ay daha uzatılması yolundaki tavsiyesine uyduklarını not ederek” ifadesine yer verilmiştir. [Noting the concurrence of the parties concerned in the recommendation by the Secretary-General that the Security Council should extend the stationing of the UNFICYP for a period of six months ] Sonra gelen paragrafta da “Kıbrıs Hükûmeti’nin” mutabakatı vurgulanmış, not edilmiştir. [xv] Böylece bütün ilgili tarafların “rızası” karara yansıtılmıştır. Bunu sağlayan Türkiye olmuştur. BM’nin uygulamasında Türk tarafının görüşleri istikametinde değişikliğe yol açan BM Güvenlik Konseyi’nin toplantısında cereyan eden olayı burada özetle anlatmakta fayda görüyorum: BMGS Kurt Waldheim BM’nin Kıbrıs’ta barışı koruma faaliyeti hakkındaki 6 Aralık 1974 tarihli Raporunda (S/11568) BMBG’nün görev süresinin 6 ay uzatılmasını tavsiye etmiş ve “ilgili taraflar bu tavsiyeye uyduklarını belirtmişlerdir” demişti. BM Güvenlik Konseyi BMBG’nün görev süresini görüşmek üzere 13 Aralık 1974 tarihinde toplandığı zaman Türkiye Daimî Temsilcisi Büyükelçi Osman Olcay ilk sözü almış ve BMGS’ne şu soruyu yöneltmiştir: “Raporunuzun 81. Paragrafında kendileriyle danışma yaptığınızı ve BMBG’nün Kıbrıs’taki görevinin uzatılmasına rıza vermiş olduklarını bildirdiğiniz ‘ilgili taraflar’ kimlerdir” [ Who are “the parties concerned” referred to in paragraph 81 of the report of the Secretary-General as having been consulted and having given their consent to the extension of the stationing of UNFICYP in Cyprus for a further period of six months?] BMGS toplantıda şu cevabı vermiştir: “Kıbrıs Özel Temsilcim vasıtasıyla o zaman Cumhurbaşkanı Vekili olan Bay Clerides ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Bay Denktaş ile istişare ettim ve Türkiye ve Yunanistan Hükûmetleriyle de danışma yaptım.” [Through my Special Representative of Cyprus I consulted then Acting President, Mr. Clerides, and the Vice-President, Mr. Denktaş and I also consulted the Governments of Greece and Turkey.] Büyükelçi Olcay’dan sonra usul hakkında söz alan GKRY Temsilcisi Rossides yaptığı uzun konuşmada konu hakkında başlıca şunları öne sürmüştür: “Kıbrıs’taki BMBG’nün kurulmasına dair 186 saylı Kararın 4 maddesinde BMBG’nün ‘Kıbrıs Hükûmeti’nin rızasıyla’ kurulmasını tavsiye etmiştir. Kararda başka herhangi bir Hükûmetin veya tarafın rızasından bahis yoktur. Sadece Kıbrıs Hükûmeti’nden söz eder ve her uzatma bu temelde yapılmış bulunmaktadır.” [ Resolution 186 (1964), established the United Nations Force in Cyprus and in its paragraph 4 recommended “the creation, with the consent of the Government of Cyprus, of a United Nations -keeping Force in Cyprus”. It does not refer to the consent of any other Government or any other party. It merely speaks of the Government of Cyprus, and on that basis every renewal of the mandate was made.] Toplantıya Kıbrıs Türk tarafını temsilen Dışişleri Bakanı Vedat Çelik katılmıştır. Çelik’e Konsey’in İç Tüzüğü’nün 39. Maddesi hükmüne göre söz verilmiştir. Vedat Çelik etraflı konuşmasında konu hakkında şunları belirtmiştir: “Kendisine danışılmış bulunan Kıbrıs Türk toplumu lideri ve Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı olan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı Bay Denktaş BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin rızasını BMGS’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Bay Luis Weckmann-Munuz’a bildirmiştir.” [ : “The Vice-President of Cyprus, Mr. Denktaş, who is the leader of the Turkish Cypriot community and the President of the autonomous Turkish Cypriot administration, who has been consulted on the matter, has signified his consent through the Special Representative of the Secretary-General in Cyprus, Mr. Luis Weckmann- Munoz, for the extension of the mandate of UNFICYP.] Yukarıdaki tespitler ışığında “Konsey’in uzatma kararının içeriğinde rızanın belirtilmesi bakımından yerleşik uygulama nedir” sorusunu soracak olursak, cevabım şöyledir: Uzatma hakkındaki ilk karar hariç, bütün kararlarda “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı kullanılmış ve uzatma için “rızası” (mutabakatı/kabulü) zikredilmiştir. 1974 – 1984 arasındaki 10 yıllık dönemindeki uzatma kararlarında ise “ilgili tarafların” (parties concerned) “rızaları” (mutabakatları) uzatma kararlarına yansıtılmıştır. Kararlarda öncelikle “ilgili tarafların” rızaları belirtilmiş, sonra gelen paragrafta “Kıbrıs Hükûmeti’nin” rızası kaydedilmiştir. İlgili Taraflarla Sahada Yapılan Danışmalar ve Sonuçlarının Kayda Geçirilmesi Bakımından Yerleşik Uygulama BMBG’nün Kıbrıs’ta konuşlandırılmasından sonra görev sürelerinin uzatılmasında Kıbrıs Türk tarafı (Kıbrıs Türk Toplumu, OKTY, KTFD, KKTC) ile fiilen danışma yapıldığını biliyorum. Buna dair kayıtlar BM kaynaklarında çeşitli formatlarda vardır. Bu kayıtların tamamını bu yazı çerçevesinde yansıtmamın imkânsızlığı ve hattâ lüzumsuzluğu karşında sadece dönemler itibariyle kaynaklardan bazı örnekler vermekle yetinmek istiyorum: BMGS’nin 12 Aralık 1964 tarihli ve S/6102 sayılı Raporu : “4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı karar çerçevesindeki doğrudan ilgili bütün tarafların, yani, Kıbrıs Hükûmeti ile Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık Hükûmetlerinin Kuvvetin görev süresinin uzatılmasını istediğini tespit etmiş olarak, 6 aylık uzatma tavsiye ediyorum.” [ having ascertained that all parties directly concerned, in the context of the resolution 186 of 4 March 1964, that is the Government of Cyprus, and the Governments of Greece, Turkey and the United Kingdom, wish the Force to be extended, I recommend the prolongation of…] BMGS’nin 10 Haziran 1966 tarihli ve S/73550 sayılı Raporuna Ek 16 Haziran 1966 tarihli ve S/7359/Add.1 sayılı Belge: “10 Haziran 1966 tarihli Raporumda BMBG’nün 6 ay daha devam etmesini tavsiye etmiştim. Bütün ilgili tarafların da bu uzatmayı istediğini öğrenmiş bulunuyorum.” [ In my report of 10 June 1966, I recommended the continuance of UNFICYP for a further period of six months. I now informed that all the parties concerned also wish this extension.] BMGS’nin 31 Mayıs 1979 tarihli ve S/13369 sayılı Raporuna Ek belge (15 Haziran 1979 tarihli ve S/13369/Add.1 sayılı): “31 Mayıs 1979 tarihli ……Raporumda BMBG’nün görev süresinin 6 ay daha uzatılmasını tavsiye etmiş ve bu konuda ilgili taraflarla olan danışmalarımı mümkün olan en kısa zamanda Konsey’e rapor edeceğimi bildirmiştim. Şimdi bütün ilgili tarafların önerilen uzatmaya mutabakatlarını belirttiklerini Konsey’in bilgisine getiriyorum.” [ In my report of 31 May 1979 (S/13369, Para. 65) I recommended that the Security Council extend the stationing of the United Nations Peace-keeping Force in Cyprus for a further period of six months, and I indicated that I would report to the Council on my consultations with the parties concerned on this subject as soon as possible. I am now in a position to inform the Council that the parties concerned have signified their concurrence in the proposed extension. BMGS’nin 31 Mayıs 1985 tarihli ve S/17227 saylı raporuna Ek belge (14 Haziran 1985 tarihli ve S/17227/Add.2 sayılı): “31 Mayıs 1985 tarihli raporumda (S/17227 para. 48) Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün görevinin 6 ay daha uzatılmasını tavsiye etmiş ve ilgili taraflarla konu hakkında yapacağım istişareleri mümkün olur olmaz Konseye rapor edeceğimi belirtmiştim. Kıbrıs Hükûmeti ile Yunanistan ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı teklif edilen uzatmaya mutabakatını bildirmiş bulunmaktadır. Kıbrıs Türk toplumu gibi Türkiye Hükûmeti de S/17266 sayılı belgede yer alan karar tasarısının metnini kabul edecek durumda olmadığını ve tutumunu Güvenlik Konseyi toplantısında açıklayacağını belirtmiştir.” [ In my report of 31 May 1985 (S/17227 para. 48), I recommended that the Security Council extend the stationing of the United Nations Peace-keepinq Force in Cyprus for a further period of six months , and I indicated that I would report to the Council on my consultations with the parties concerned on the subject as soon as possible. I wish to inform the Council that the Government of Cyprus as well as the Governments of Greece and the United Kinqdom of Great Britain and Northern Ireland have indicated their concurrence in the proposed extension. The Government of Turkey has indicated, as has the Turkish Cypriot community, that jt is not in a position to accept the text of the draft resolution contained in document S/17266, but that its stand will be expounded at the meetinq of the Security Council. ] BMGS’nin 8 Aralık 1997 tarihli ve S/1997/962 sayılı raporuna Ek Belge (23 Aralık 1997 tarihli ve S/1997/962/Add.1 sayılı): “8 Aralık 1997 tarihli raporumda (S/1997/962, para. 41) Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün görevinin 6 ay daha uzatılmasını tavsiye etmiş ve ilgili taraflarla konu hakkında yapacağım istişareleri Konseye rapor edeceğimi belirtmiştim. Kıbrıs Hükûmeti ile Yunanistan ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı teklif edilen uzatmaya mutabakatını bildirmiş bulunmaktadır. Türkiye Hükûmeti, Kıbrıs Türk tarafının BMBG’nün görev süresi hakkındaki önceki Konsey toplantılarında açıklanmış olan pozisyonu ile mutabık olduğunu ve desteklediğini belirtmiştir.” [ In my report of 8 December 1997 (S/1997/962, para. 41), I recommended that the Security Council extend the mandate of the United Nations Peacekeeping Force in Cyprus (UNFICYP) for a further period of six months, and I indicated that I would report to the Council on my consultations with the parties concerned on the matter. I wish to inform the Council that the Government of Cyprus as well as the Governments of Greece and the United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland have indicated their concurrence with the proposed extension. The Government of Turkey has indicated that it concurs with and supports the position of the Turkish Cypriot side, as expressed in previous meetings of the Security Council on the extension of the mandate of UNFICYP. ] BMGS’nin 29 Kasım 1999 tarihli ve S/1999/1203 sayılı raporuna Ek Belge (15 Aralık 1999 tarihli ve S/1999/1203/Add.1 sayılı): “29 Kasım199 tarihli raporumun 22. paragrafında (S/1999/1203) Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün görevinin 6 ay daha uzatılmasını tavsiye etmiş ve ilgili taraflarla konu hakkında yapacağım istişareleri Konsey’e rapor edeceğimi belirtmiştim. Kıbrıs Hükûmeti ile Yunanistan ve Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı teklif edilen uzatmaya mutabakatını bildirmiş bulunmaktadır. Türkiye Hükûmeti, Kıbrıs Türk tarafının BMBG’nün Ada’nın her iki yakasında iki tarafın rızasıyla çalışabileceği ve buna göre, Kıbrıs Türk makamlarının BMBG’nün Kuzey Kıbrıs’taki faaliyetinin yöntemlerini belirlemek üzere BMBG’nün kendileriyle beraber çalışma yapmasını rica edeceği şeklindeki pozisyonu ile mutabık olduğunu ve desteklediğini belirtmiştir.” [ In paragraph 22 of my report of 29 November 1999 (S/1999/1203), I recommended that the Security Council extend the mandate of the United Nations Peacekeeping Force in Cyprus (UNFICYP) for a further period of six months and I indicated that I would report to the Council on my consultations with the parties concerned on the matter. I wish to inform the Council that the Government of Cyprus as well as the Governments of Greece and the United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland have indicated their concurrence with the proposed extension. The Government of Turkey has indicated that it concurs with and supports the position of the Turkish Cypriot party, namely that UNFICYP can operate on both sides of the island only on the basis of the consent of both parties and that the Turkish Cypriot authorities will accordingly request UNFICYP to work with them to develop modalities of UNFICYP’s operations in northern Cyprus.] BMGS’nin 1 Aralık 2000 tarihli ve S/2000/1138 sayılı raporu, Para. 23 ve 1331 saylı Kararın alındığı Güvenlik Konseyi’nin 13 Aralık 2000 tarihli S/PV.4246 Salı Tutanağı: Rapor: “İlgili taraflarla uzatma hakkında istişare etmekteyim ve zamanı gelince bildireceğim.” [I am consulting with the parties concerned about the extension and shall inform the Council in due course.] Tutanak: “Güvenlik Konseyi’nin Başkanı sıfatımla kendileriyle görüştüğüm tarafların temsilcileri Konsey’in gündemindeki madde hakkındaki iyi bilinen pozisyonlarını muhafaza ettiklerini tarafıma teyit etmişlerdir.” [ I should like to inform the Council that, in my capacity as President of the Council, I have met with the representatives of the parties, who have confirmed to me that they maintain their well-known positions vis-à-vis the item on the Council’s agenda.] Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Tarafının Güvenlik Konseyi Toplantılarına Katılmaları BM üyesi olarak Güvenlik Konseyi toplantılarında konuşması mümkün olan Türkiye yanında 1964’den sonra Kıbrıs Türk tarafı da (GKTY, OKTY, KTFD, KKTC) Güvenlik Konseyi toplantılarına katılarak konuşma yapma imkânına sahip olmuştur. Bu uygulamanın BM Güvenlik Konseyi’nin tutanaklarında çok sayıda örneği vardır. Bu yoldan da Kıbrıs Türk tarafı Kıbrıs sorununun özü ile beraber BMBG hakkındaki görüşlerini açıklama imkânı bulmuştur. 2001’den Günümüze Kadar Uygulama BM’nin ilgili tarafların uzatma hakkındaki mutabakatlarını almak üzere yaptığı fiilî temas ve görüşmelere ve bunların bildirilmesi şekline ilişkin uygulama 2000 yılının sonuna kadar örneklerini yukarıda verdiğim şekillerde olmuştur. 2001 yılından itibaren BMGS BM’nin Kıbrıs’taki Barışı Koruma faaliyetlerine dair raporlarında sadece uzatma tavsiyesinde bulunmuş; bu konuda ilgili taraflarla yapacağı istişareler hakkında herhangi bir ifadeye yer vermemiştir. Bununla beraber, 2001 yılından itibaren de ilgili taraflarla uzatma hakkında danışma yaptığı anlaşılmaktadır. Buna dair kayıtlar BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili toplantısının tutanaklarında yer almaktadır. Yukarıda işaret ettiğim 13 Aralık 2000 tarihli toplantıdan itibaren her toplantının tutanağında Konsey Başkanı’nın klişe şekline gelmiş olan şu sözleri yer almaktadır: “Güvenlik Konseyi’nin Başkanı sıfatımla kendileriyle görüştüğüm tarafların temsilcileri Konsey’in gündemindeki madde hakkındaki iyi bilinen pozisyonlarını muhafaza ettiklerini tarafıma teyit etmişlerdir.” [ I should like to inform the Council that, in my capacity as President of the Council, I have met with the representatives of the parties, who have confirmed to me that they maintain their well-known positions vis-à-vis the item on the Council’s agenda.] Bu uygulamaya bakarak 2001’den günümüze kadar geçen zaman zarfında Kıbrıs Türk tarafı ile de fiilen temas edildiğini ve uzatma hakkında danışmada bulunulmuş olduğunu varsayıyorum. BM’nin 2001 yılından itibaren Kıbrıs Türk tarafıyla temas etmemiş olması halinde bu duruma KKTC’nin ve Türkiye’nin göz yummuş olabileceğine kesinlikle ihtimal vermiyorum. Şu noktayı – belki gereksiz de olsa – yeniden vurgulamakta fayda görüyorum: KKTC olgusu karşısında belirlemiş olduğu siyasî ve diplomatik pozisyon sebebiyle BM “ilgili taraflar” kavramı çerçevesinde BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin danışmalarda Kıbrıs Türk tarafını KKTC olarak değil, Kıbrıs Türk toplumu olarak muhatap alagelmiştir. Bilindiği üzere Kıbrıs müzakere sürecinin temelini de BM’nin bu sakat anlayışı ve pozisyonu oluşturmaktadır. Esasen Kıbrıs Türk tarafı BM tarafından resmen KKTC olarak muhatap aldığı gün Kıbrıs sorunu gerçekçi bir çerçeve ve zeminde çözülmüş olacaktır. BMBG Türk Tarafının Mutabakatı Olmadan Kıbrıs’ta Görev Yapamaz Türkiye ve KKTC BMBG’ne ilişkin uygulamalarda “ilgili taraf” olmanın kendilerine bahşettiği statünün ve bu çerçevede sahip oldukları yetki ve imkânların bilincinde hareket etmiştir. Türkiye’nin BM Daimî Temsilciliği’nde Kıbrıs işlerinden de sorumlu Müsteşar olarak 1978 Haziran ayında tanık olduğum olayı paylaşmak istiyorum. BMBG’nün görev süresi 15 Haziran 1978 günü gece yarısı tamamlanıyordu. Güvenlik Konseyi görev süresini uzatmak için o gün akşam üstü toplanacaktı. İlgili taraflarla danışmalar sürüyordu. Daimî Temsilcimiz Büyükelçi İlter Türkmen’di. KTFD Başkanı Rauf Denktaş da bu toplantı için New York’a gelmişti. Uzatma için hazırlanan karar tasarısında konunun esası bakımından o günün şartlarında Rum tarafının tercih ettiği unsurların yer aldığını saptadık. Bu durumda, Denktaş, uzatma konusunda danışmaları yürüten muhataplarına karar taslağı esasa müteallik unsurlardan arındırılmadığı takdirde Hükümet’ine BMBG’nün KTFD topraklarındaki faaliyetlerine izin verilmemesini tavsiye edeceğini söyledi. Büyükelçi Türkmen de danışmalarda Türkiye’nin KTFD’nin alacağı kararı destekleyeceğini ifade etti. BMGS bunun ciddi bir krize yol açması ihtimalinden söz etti. Konsey Başkanı Bolivya Daimî Temsilcisi toplantının başlamasını erteledi. Sekretarya BMBG’nün görev süresinin hukuken gece yarısı 00:00’da sona ermiş olacağını dikkate alarak BM binasındaki saatleri 23:55’de durdurttu. Araya İngiltere Daimî Temsilcisi girdi. Bizi ikna çabalarını sürdürdü. Denktaş ve Türkmen geri adım atmadılar. Sabaha karşı 04:30 sularında karar taslağının içeriği bizim tercih ettiğimiz şekilde değiştirildi. Yöntemsel bir uzatma kararı halini aldı. Metni gördükten sonra Denktaş ve Türkmen uzatma için mutabakat bildirdiler. Konsey sabaha karşı 04:50’de toplantı. 430 sayılı karar kabul edilerek oturum çok kısa bir süre içinde kapatıldı. [xvi] BMBG Ada’ya Geleli 55 Yıl Oldu, Ortada Çözüm Yok Ancak, Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girmesinin ve BMBG’nün Ada’da konuşlandırılmasının üzerinden 47 yıldan fazla bir sürenin geçmiş ve soruna henüz müzakereler yoluyla anlaşmaya dayanan bir çözüm şekli bulunamamış olması karşısında hâlâ BMBG’nün Ada’da “sükûnetin idamesinde, toplumlararası işbirliğinin ve güvenin gelişmesinde ve müzakereler için müsait atmosferin yaratılmasında” oynadığı “önemli rolden” bahsedilmesi, inandırıcı olmamaktadır. Uluslararası Toplumda BMBG’nün Faydasını Sorgulayanlar Var Ada’daki çözümsüzlüğün uzayıp gitmesi üzerine BMBG’nün finansmanı için gönüllü katkılar giderek azalmış ve yetersiz kalmıştır. BMGS’nin çeşitli çözüm girişimleri Rumlar tarafından sonuçsuz bırakılmıştır. Bu durum uluslararası toplumda BMBG’nün Ada’daki rolünün ve çözüm arayış sürecine olan katkısının sorgulanması eğilimini meydana getirmiştir. BMGS 1993 yılında, BMBG’nün masraflarının gönüllü katkılarla karşılanamayan miktarının 1993 Haziran ayından itibaren BM Bütçesinden karşılanmasını teklif etmiştir. BM Güvenlik Konseyi bu teklifi onaylayan bir karar almıştır. GKRY ve Yunanistan BMBG’nün Masraflarını Ödüyor BMBG’nün Ada’daki varlığının sorgulanmaya başlaması üzerine GKRY 1993’de Barış Gücü’nün yıllık bütçesinin üçte birini karşılamayı taahhüt etmiştir. Yunanistan da yılda 6,5 milyon dolar vermeyi vadetmiştir BMGS’nin raporlarını esas alırsak Yunanistan’ın 1993’den bu yana BMBG’nün bütçesine yaptığı gönüllü katkı miktarının 150 milyon doları geçtiği söylenebilir. GKRY’nin ise aynı dönemde 450 milyon dolar civarında gönüllü katkı yapmıştır. BMBG Rumlar İçin Hükûmet Olma İddialarının Sembolü Rumlar için, BMBG’nün varlığı ve taşıdıkları mavi BM flâması, güneydeki yönetimin “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “Hükûmeti” olma iddialarını destekleyen gözle görülür parlak bir sembol mahiyeti taşımaktadır. Bu sembolün, Rumlar bakımından 16 Ağustos 1960’ta göndere çekilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” bayrağından daha değerli ve anlamlı hale gelmiş olduğunu söylemek sanırım bir abartı teşkil etmez. Bu sebeplerledir ki Rumlar ve Yunanistan BMBG’nün Ada’da görevini sürdürmesini istemekte ve bunu sağlamak için de, 1993’den itibaren azımsanmayacak bir meblâğı BM’ne transfer etmektedirler. Sonuç BMBG Ada’da iki taraf arasında karşılıklı güven ortamının yaratılmasında, sükûnetin ve çatışmasız bir ortamın sağlanmasında bu vakte kadar etkili olmuş değildir. Ada’nın genelinde silâh seslerinin kesilmiş olması Kıbrıs Barış Harekâtımızın ertesinde Türkiye’nin askerî varlığının eseri olmuştur. BM’nin BMBG’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin uygulamalarda KKTC’ni (Kıbrıs Türk tarafının) dışlayan tutumu karşısında sadece muğlâk açıklamalarla yetinilmeyip, BMBG’nün Ada’daki görevinin sonlandırılması, hiç olmazsa en azından KKTC topraklarındaki faaliyetinin engellenmesi yönünde Türkiye’nin ve KKTC’nin kararlı ve enerjik davranmasının zorunlu olduğunu düşünmekteyim. 9 Eylül 2019 [i] İngilizcesi “UN Peacekeeping Force in Cyprus” - UNFICYP [ii] http://www.mfa.gov.tr/no_222_-kibras-taki-bmbg-nin-gorev-suresinin-uzatilmasi-hk.tr.mfa [iii] https://mfa.gov.ct.tr/tr/bm-guvenlik-konseyi-tarafindan-onaylanan-bm-genel-sekreterinin-raporu-hk/ [iv] https://www.kktcb.org/tr/cumhurbaskanligi-sozcusu-baris-burcunun-aciklamasi-7111 [v] https://peacekeeping.un.org/en/principles-of-peacekeeping [vi] https://peacekeeping.un.org/en/principles-of-peacekeeping [vii] https://www.stimson.org/sites/default/files/file-attachments/UN-PeacekeepingAndHostStateConsent.pdf [viii] https://peacekeeping.un.org/sites/default/files/a4p-declaration-en.pdf [ix] BM Güvenlik Konseyi’nin 21 Eylül 2018 tarihli S/RES/2436(2018) sayılı ve 13 Aralık 2018 tarihli S/RES/2447 (2018) sayılı Kararları. [x] BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarihli ve S/PV.1102 sayılı Tutanağı. [xi] Örneğin bknz. BMGS’nin 11 Haziran 1968 tarihli ve S/8622 sayılı dönemsel Raporu. https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N68/132/86/pdf/N6813286.pdf?OpenElement [xii] BMGS’nin 31 Mayıs 1973 tarihli ve S/10940 sayılı Raporu, Para. 24. [xiii] BMGS’nin 11 Mart 1965 tarihli ve S/6228 sayılı Raporu. [xiv] “We have secured a resolution in the first phase of our struggle in the international field. Turkey cannot in future threaten intervention in Cyprus invoking the Treaty of Guarantee”. [xv] Örneğin Bknz. BM Güvenlik Konseyi’nin 15 Haziran 1983 tarihli ve S/RES/534(1983) tarihli Kararı. [xvi] BM Güvenlik Konseyi’nin 16 Haziran 1978 tarihindeki 2080. Toplantısının Tutanağı, S/PV.2080
- Suriye HTŞ rejiminin dış ilişkilerde görünen öncelikleri
ugay ULUÇEVİK @TugayUlucevik Suriye HTŞ rejiminin dış ilişkilerde görünen öncelikleri Devletlerin dış politika uygulama geleneklerinde, bir Devletin Devlet Başkanı’nın veya Başbakanı’nın veya Dışişleri Bakanı’nın göreve başladıktan sonra yapığı, özellikle ilk ziyaret olmak üzere, denilebilir ki en fazla ilk üç sıradaki yurtdışı ziyaretinin hangi ülkeye veya ülkelere olduğunun, o Devletin dış politikasının rengine ve istikametine, hangi konunun veya Devletin Dış politikada önem ve öncelik taşıdığına ışık tutma bakımından bir anlamı vardır. Türkiye’de geleneksel olarak ilk dış ziyaretlere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden ve Azerbaycan’dan başlanmaktadır. Suriye’de BAAS ve Esad ailesinin rejimi devrildikten sonra HTŞ’nin Lideri ve Suriye’nin de facto Devlet Başkanı (kullanmaya başladığı adıyla) Ahmed al-Sharaa’nın kurduğu yeni Hükûmet’te ve Devlet kadrolarında lisans ve/veya lisans üstü tahsillerini Türkiye’de yapmış şahsiyetlerin bulunmasını, MİT Müsteşarımızın Devletimiz adına Suriye’yi ziyaret eden ilk yabancı resmî resmî kişi olmasını oldukça önemseyen ve ön plâna çıkaran haberleri, yorumları medyada okuduk, dinledik. Bu konuda “Yeni yönetimde görev alan isimleri gururlanarak takip ediyoruz” şeklinde demeçler de oldu. Bu neşriyat biz vatandaşlarda yeni Suriye rejiminin dış politika önceliklerinde Türkiye’nin en başta yer alacağı, Suriye’nin yüzü Türkiye’ye dönük bir dış siyaset izleyeceği, ülkenin yeniden yapılanmasında ve imarında Türkiye’nin baş rolü oynayacağı kanaatini uyandırmış olabilir. Temennimiz elbette Suriye’nin dış ilişki ve işbirliğinde Türkiye’nin öncelikli bir konumda olmasıdır. Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan 8 Aralık 2024’ten sonra Suriye’nin yeni rejimi altındaki Şam’ı ziyaret eden ilk yabancı Dışişleri Bakanı oldu. Suriye’nin İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Fakültesi mezunu yeni Dışişleri Bakanı Esaad Hasan Şeybani’ni ilk dış ziyaretini Suudî Arabistan’a yaptı. Uluslararası basında bu ziyaret “... Esad'ın devrilmesinin ardından kurulan yeni geçiş hükümetinde bir Suriyeli yetkilinin yaptığı ilk ziyaret olup, bölgesel dinamiklerde ve Suriye'nin Arap dünyasındaki rolünde olası bir değişime işaret etmektedir” şeklinde yorumlandı. Suriye Dışişleri Bakanı Hasan Şeybani’nin ikinci ziyareti Katar’a, Üçüncüsü, Birleşik Arap Emirlikleri’ne, dördüncüsü Ürdün’e oldu. Ürdün Dışişleri Bakanı Ürdün’ün Kuzey büyük komşusu Suriye’nin yeni rejimini ziyaret eden ilk Arap Dışişleri Bakanı olmuştu. Şeybani de dördüncü sırada Suriye’nin Güney komşusu Ürdün’ü ziyaret etti. Suriye Dışişleri Bakanı halen Riyad’daki Suriye konulu uluslararası toplantıya katılmaktadır. Yukarıdaki sınırlı unsurlar çerçevesinde söylenebilir ki, Suriye’nin yeni rejiminin dış ilişkilerine bu aşamada yön veren ve önceliklerini belirleyen faktörler vefa gibi duygusal faktörler değildir. Suriye için bu aşamada HTŞ geçici yönetiminin doğasına da uygun olarak ağırlıklı şekilde İslâm ve Arap Milliyetçiliği dayanışmasının ön plânda geldiği söylenebilir. Bu gerçekçi bir dış siyasete işaret etmektedir. Bu çerçevede de sanırım önceliği Suriye’yi malî ve ekonomik açıdan toparlayabilecek kaynaklara sahip Devletler (Katar, BAE, SA) teşkil edecektir. Yeni Suriye yönetimi için HTŞ’nin BMGK’nin terör örgütü listesinden çıkartılmasında ve Suriye üzerindeki uluslararası yaptırımların kaldırılmasında etkili rol oynayabilecek Devletlerle münasebete geçme teşebbüsünde bulunmanın öncelikler arasında yer aldığı düşünülebilir. HTŞ’nin BMGK terör listesinden çıkarılabilmesi için Rusya’nın ve Çin’in de mutabakatının gerektiği unutulmamalıdır. 7 Aralık’taki Doha Forumu toplantısından sonra Al Cezire TV’na mülâkat veren Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov HTŞ’nin Suriye’de oynadığı role ve bir terör örgütü olan HTŞ ile işbirliğine tepki göstermiştir. O kadar ki Suriye’deki rejim değişikliğini sevinçle karşılayan TV sunucusunu sert sözlerle haşlamıştır. Bu satırları kaleme alırken Daily Sabah’ta İran’ın Mehr Haber Ajansı’na atfen çıkan “Suriye'nin yeni yöneticisi ilk yurt dışı ziyaretini Türkiye'ye yapacak” [Syria’s new ruler to make first foreign visit to Türkiye] başlıklı haberi okudum. Gerçekleşirse bu ziyaretin sembolik amaçlı olacağını düşünmekteyiz. On yıllardır “Türkiye’de Kürt sorunu değil, PKK terör örgütünün yarattığı terör sorunu vardır” diyen Türkiye için BMGK’nin terör listesinde bulunan HTŞ’nin liderinin Suriye Devlet Başkanı olarak Türkiye’de ağırlanmasının tarihî bir tezat oluşturmasından endişe ederiz. ÖS 4:03 · 13 Oca 2025 ·
- 24 NİSAN 2004 REFERANDUMUNUN SONUÇLARINI HATIRLAYARAK KIBRIS’TA ÇÖZÜMÜ DÜŞÜNMEK
Tugay Uluçevik, Büyükelçi (E) 25 Ocak 2008 24 Nisan 2004 Referandumunda EVET oyu vermenin KKTC’ne elle tutulur hiçbir getirisi olmadı ANNAN Plânı olarak bilinen BM’in çözüm girişiminin Rumlar tarafından sonuçsuz bırakılmasından bu yana yaklaşık 4 yıl geçti. Bu süre içinde, BM’nin daha önce sık sık “kabul edilemez” olarak nitelediği Ada’daki status quo devam etti. 24 Nisan 2004 referandumunda Kıbrıs’ta anlaşmaya dayalı bir çözümü reddeden Kıbrıslı Rumların yaşadığı Güney Kıbrıs Rum Devleti, “Kıbrıs Cumhuriyeti” sahte ismi altında AB’ne tam üye kabul edildi. Egemen iradesini çözümden yana açıklayan ve çözüm için önemli fedakârlıklara katlanan ve riskleri de göze alan Kıbrıs Türk Halkı’na “aferin” anlamına gelen birkaç güzel söz söylenilmesiyle yetinildi. AB tarafından KKTC’de yaşayan Halk’a “ Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kontrolü altında bulunmayan kuzey bölgesinde yaşayan Kıbrıs Türk Toplumu ” sıfatından daha fazlası lâyık görülemedi. Referandumdan sonra verilen bazı sözlerin aksine Kıbrıs Türk Toplumunun üzerindeki ambargolar BM ve AB tarafından, bırakınız kaldırılmayı, hafifletilmeden sürdürüldü. Ada’daki somut gerçeklerin başlıcası olan KKTC olgusu üzerinde hiç durulmadı. BMGS Kofi Annan: “Kıbrıslı Türkler KKTC için tanıma istemekten vazgeçmişlerdir.” Referandumun sonuçlarının Kıbrıs’taki iki Tarafın tutumları ve niyetleri bakımından çok net bir resim ortaya koymuş bulunmasına rağmen, o zamanki BMGS Kofi Annan BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıs Türk Halkı’nın çözümden yana gösterdiği iradeyi şu şekilde yorumlamakta bir beis görmedi:( Paragraf 87 ) “…. Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983’de yaratmaya niyet ettikleri “devletin” tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir .” BMGS, ayrıca, KKTC’nin tanınmaması yönünde uluslararası topluma bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmedi: ( Paragraf 90 ) “ Tanıma ve ayrılmağa yardım etme BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki ( tanıma ) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder .” KKTC’nin ve Türkiye’nin bu değerlendirmelere karşı çıktıklarına dair bir bilgiye sahip değiliz. BMGS Kofi Annan: “Kıbrıslı Rumların HAYIR demesi zaman darlığından.” Oysa, BMGS Annan, anılan raporunda ( Paragraf 84 ), Kıbrıslı Rumların referandumda “ verdikleri karara saygı göstermelerini uluslararası toplumdan bekleme haklarının ” bulunduğunu vurgulamış ve “ zaman darlığı veya ( plân hakkında ) objektif bilgiye sahip olmama veya ‘hayır’ ve ‘evet” kampanyaları arasındaki dengesizlik ya da yakında ortaya ( çözüm için ) yeni bir fırsatın çıkacağı inancı …” gibi sebeplerle Rumların Plân’a “hayır” oyu vermiş olabileceklerini belirterek, onların bu tutumunu adeta mazur gösterme gayretinde bulunmuştur. Ayrıca, BMGS, ilerideki yeni bir çözüm girişiminde Rum Tarafı’nın Annan Plânı’nın içeriğinde bazı değişiklikler yapılmasını istemelerine zemin hazırlar şekilde raporunda şu görüşlere yer vermiştir ( paragraf 84 ): “…bir düşünme zamanının geçmesinden sonra plânı yeniden yüzdürmeğe ve bugünkü durumdan bir çözüm çıkarmağa yarayacak bir şeyin ortaya çıkması ihtimali her zaman vardır. Bu bağlamda, Türk niyetleri hakkında sahip oldukları tarihî güvensizlikten kaynaklanan güvenlik ve uygulamaya ilişkin korkular Kıbrıslı Rumlar arasında ön plânda ortaya çıkmaktadır. Görüşüme göre, bu korkuların Kıbrıs Rum tarafınca açıklıkla ve nihai şekilde dile getirilmesi kaydıyla, Güvenlik Konseyi, üzerinde oylama yapılmış ve Kıbrıslı Türkler tarafından onaylanmış plânın hükümlerini yeniden (müzakereye) açmadan, bunlar üzerinde durursa, doğru yapmış olur.” BMGS Kofi Annan: “24 Nisan Referandumundan sonra esaslı bir yeniden değerlendirme yapmak lâzımdır.” Kıbrıs konusu BM Genel Kurulunun gündemine 1954’de, BM Güvenlik Konseyinin gündemine de 1964’de girmiştir. Günümüze kadar, BM Genel Kurulu 10, Güvenlik Konseyi de 119 karar kabul etmiştir. Yine de, Kıbrıs sorununa görüşme yöntemiyle çözüm bulmak için BM zemininde 44 yıldır devam eden arayışlar sonuç vermemiştir. 20 Temmuz 1974’den sonra Ada’da ateşkes hattının ve nüfus mübadelesinin ortaya çıkardığı iki kesimli ve iki devletli fiilî durum ateşkese dayalı status quo halini almış ve 34 yıldır istikrar kazanarak devam etmiştir. Bu neden böyle olmuştur ? Özellikle, Kıbrıs’taki iki Taraf arasında dolaylı ve doğrudan gerçekleştirilen uzun görüşmelerden, yapılan danışmalardan sonra BMGS Kofi Annan tarafından ortaya konulan Taslak çerçevesinde hazırlanan kapsamlı Andlaşma metninin 24 Nisan 2004’deki ayrı referandumlarda Kıbrıs Türk halkı tarafından kabul edilmesine karşılık Kıbrıs Rum halkı tarafından reddedilmesi ve böylece Kıbrıs sorununa çözüm arayışları tarihinin en teşekküllü, en kapsamlı, en sonuca yönelik, kabul edildiğinde hemen uygulanmasına geçilecek bir Andlaşma metninin ortaya çıktığı ve uluslararası camianın en geniş ölçüde diplomatik desteğine sahip, aynı zamanda dünya kamuoyunun dikkatini en yaygın ölçüde çeken bir çözüm teşebbüsünün sonuçsuz kalmış olması, bu soruya ivedi olarak isabetli bir cevap bulunmasını zorunluluk haline getirmiştir. Kıbrıs sorununda “ çözümsüzlük çözümdür ” anlayışının yerleşip kökleşmesini önlemenin tek çaresi çözümsüzlüğün sebepleri hakkında bu aşamada doğru bir teşhiste bulunma başarısını gösterebilmektir . Bu husus sadece BM için değil, sorunun bütün tarafları ve soruna aktif biçimde ilgi gösteren ülkeler için de geçerlidir. Doğru teşhiste bulunabilmek için de çözüm arayışlarında şimdiye yapılan yanlışlıkların neler olduğunu ön yargılardan arınıp anlamaya çalışmak gerekir. Esasen, BMGS Kofi Annan’ın kendisi de Referandumdan sonra yayınladığı 28 Mayıs 2004 tarihli Raporunun 92 inci paragrafında “ dönüm noktası niteliğindeki 24 Nisan oylamasını müteakip BM’nin Kıbrıs’taki bütün barış faaliyetlerinin esaslı bir yeniden değerlendirmeye tâbi tutulmasının zamanı gelmiştir. Bu yeniden değerlendirme 40 yıldır süren Kıbrıs’ta barış arayışını da kapsamalıdır ve gelecekte soruna daha iyi nasıl eğilinebilir üzerinde düşünülmelidir ” şeklinde çok isabetli bir tavsiyede bulunmuştur. 44 yıllık çözümsüzlüğün temel sebepleri Yaşanan tecrübeler ışığında Kıbrıs sorunundaki 44 yıllık çözümsüzlüğün temel sebepleri hakkındaki düşüncelerimizi şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. 21 Aralık 1963’deki Rum silâhlı saldırılarından sonra ortadan kalkmış olan 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” varlığını devam ettirdiği ve sadece Rumlardan oluşan bir Yönetimin “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Hükûmeti olduğu ve bu Yönetimin Kıbrıs Türk Halkını da temsil ettiği, yanlış bir siyasî değerlendirme sonucunda BM tarafından kabul edilmiştir. 2. Bu anlayışla, BM Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararı kabul etmiştir. Böylece, o tarihten itibaren, BM’nin Kıbrıs’ta “barışı sağlama” (peace-making) faaliyetlerinin hedefi sözde meşru “Kıbrıs Hükûmeti’nin” yetki alanının dışına çıkmış olan Kıbrıslı Türkleri yeniden “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” çatısı altına sokmak olmuştur. Bu kararla kurulan BM Kıbrıs Barış Gücü “Kıbrıs Hükûmeti’nin” rızasına tâbi tutulmuştur. 3. Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisi’nin 26 Haziran 1967 tarihinde kabul ettiği ENOSIS kararına Kıbrıs Rum kesimindeki bütün siyasî partiler destek vermiştir ve bu karar sonradan iptal edilmeyip günümüzde de geçerliğini sürdürmüştür. BM Kıbrıs için çözüm faaliyetlerini yürütürken bu olgunun Rum-Yunan ortaklığının tarihî emelleri ve hedefleri bakımından ifade ettiği anlam üzerinde durmak istememiştir. Oysa, Rum-Yunan Ortaklığının ENOSIS ülküsü Kıbrıs Adasında çatışmanın sebebi ve Kıbrıs sorununda da çözümsüzlüğün temel faktörü olmuştur. 4. Rum-Yunan Ortaklığının ENOSIS yolunda 1963’de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmalarından sonraki gelişmelerde, ABD ağırlığını Rum Tarafı’nı yola getirmek için değil, Haziran 1964’de Türkiye’nin Ada’ya muhtemel bir askerî müdahalesini önlemek için kullanmıştır. ABD NATO müttefiki Türkiye’ye ültimatom vermekten çekinmemiştir. 15 Temmuz 1974 ENOSIS darbesini önlemek için Türkiye’nin gerçekleştirdiği Barış Harekâtından sonraki dönemde de ABD Türkiye’ye üç buçuk yıl süren bir silâh ambargosu uygulamıştır. Uluslararası camianın belli başlı aktörlerinin bu tek yanlı tutumları Rum Tarafını Kıbrıs sorununu çözümsüz bıraktırarak durumu Türkiye’nin aleyhinde istismar etme politikalarında cesaretlendirmiş ve daha da kararlı hale getirmiştir. 5. Kıbrıs sorununun çözümü için tarafların mutabakatıyla tespit edilen ve 9 Ağustos 1980 tarihinde resmen açıklanan “iki kesimli ve iki toplumlu federal devlet” formülündeki “iki kesimlilik” kavramı aynı günün akşamı Rum Lideri Kyprianou tarafından TV konuşmasıyla red olunmuştur. Bu olgu BM tarafından gözardı edilmiştir. 6. 1980 Eylül ayında başlayan müzakere sürecinde bütün inisiyatiflerin ve somut önerilerin Kıbrıs Türk Tarafı’ndan geldiğini; bunun üzerine Rum Tarafı’nın masadan kaçarak Mayıs 1983’de BM Genel Kuruluna başvurduğunu ve çözüm için saptanan temel ilkelerle bağdaşmayan bir karar elde ettiğini ( 13 Mayıs 1983 tarihli ve 37/253 sayılı ); 17 Ocak 1985’deki Denktaş-Kyprianou Zirvesinde BMGS’nin masaya koyduğu Çevre Anlaşma Taslağını Denktaş’ın kabul edip Kyprianou’nun reddettiğini; uluslararası toplumdan Rauf Denktaş’a övgüler yağdığını; Kyprianou’ya ise sert tepkiler geldiğini; Mart 1986’da da aynı durumun yaşandığını; 1992’de BM zemininde ortaya çıkan ve 100 paragraftan oluşan Fikirler Dizisi’nin 92 paragrafını Sayın Denktaş’ın çekincesiz kabul ettiğini; Vassiliou’nun 100 paragrafın tümüne çekince koyduğunu; 1993 Şubatında Güney Kıbrıs’ta yapılan seçimleri Fikirler Dizisi’ne karşı bir kampanya yürüten Clerides’in kazandığını; Clerides’in 1993’te başlayan Güven Yaratıcı Önlemler Paketi üzerindeki görüşmeleri sonuçsuz bıraktırarak, AB üyeliğine baş önceliği veren bir siyaset izlediğini unutan veya hatırlamak istemeyen veya görmezlikten gelen BM ve uluslararası toplum, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı uzlaşmazlıkla ve çözümsüzlük politikası izlemekle suçlayan sistemli bir kampanya yürütmüştür. 7. Kıbrıs Rum Tarafı’nın müzakereye dayanan bir çözümü değil, zora baş vurarak Kıbrıs Türk Tarafı’na kendi isteklerini kabul ettirme politikalarını tercih etmesi, Kıbrıs Türk Halkında kendi kaderlerine sahip çıkma bilincini kuvvetlendirip derinleştirdiğini uluslararası camia görmek istememiştir. Kendilerine önceleri Kıbrıs’ta “azınlık” denilen Kıbrıs Türk Halkı’nın adım adım teşkilâtlanması, önce toplum olduğunu kabul ettirmesi, daha sonra Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi, Kıbrıs Türk Federe Devleti şeklinde ayrı Devlet kurma yoluna girmesi ve nihayet Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti’ni ilân etmesi, aslında dünyaya önemli mesajlar vermiştir. Ancak bu mesajlar uluslararası camia tarafından doğru okunamamıştır. 8. BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarıyla KKTC “yok hükmünde” ilân edilmiş ve uluslararası toplumun üyelerinden KKTC ile ilişkiden kaçınmaları istenmiştir. 9. KKTC’nin status quo ’dan yana uzlaşmaz bir politika izlediği varsayımından hareket eden BM Güvenlik Konseyi 26 Ağustos 1992 tarihli ve 750 sayılı kararından başlayarak Ada’daki “ status quo’nun kabul edilemez ” olduğunu belirte gelmiştir. 10. AB, Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin bütün itirazlarına karşın Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB tam üyeliği için yaptığı müracaatı “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına yapılmış kabul edip işleme koymuş ve tam üyeliğin gerçekleştiği noktaya kadar yürütmüştür. 11. 6 Mart 1995 tarihinde Brüksel’de yapılan ve Türkiye-AB Gümrük Birliği Kararının alındığı Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Toplantısında, aynı gün “Kıbrıs’la” AB üyelik müzakerelerinin başlaması kararı da çıkmıştır. Türkiye Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın’ın 1960 Andlaşmalarının ilgili hükümlerini de zikrederek “Kıbrıs’ın tamamının veya bir bölümünün AB’ne katılmasına Türkiye hukuken ve siyaseten karşı çıkmağa devam edecektir” şeklinde zabıtlara geçen itirazı ve çekincesi dikkate alınmamıştır. Türkiye’nin AB adaylık statüsünü elde etmesinden sonra da Hükûmetler bu çekince beyanının üzerinde hiç veya gerektiği ölçüde durmamışlardır. 12. BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs hakkında aldığı kararlara 1996’dan itibaren “ AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerini açma kararı kapsamlı çözümü kolaylaştıracak önemli yeni bir gelişmedir ” şeklinde hüküm konulmuştur. 13. BM’nin bugüne kadar çözüm için tespit ettiği parametrelerin mahiyeti de tarafların arasında anlamlı ve dengeli bir ver-al veya al-ver egzersizinin cereyan etmesini imkânsız kılmıştır. BM parametreleri Kıbrıs sorununu ortaya çıkaran sebeplere ve Ada’daki duruma ilişkin gerçekler dikkate alınmadan oluşturulmuş ve çoğu da açıkça Rum tezlerine ve iddialarına arka çıkan unsurlar üzerine bina edilmiştir. Bu yüzden, BM parametreleri, özellikle, Kıbrıs sorununun AB boyutunun bugün kazandığı önem ve ağırlık karşısında, Türk tarafının Kıbrıs’la ilgili hayatî çıkarlarından önemli tavizler vermesini gerektirecek; bu cümleden olmak üzere, 1974 müdahalemizin Türk Tarafı’nın lehine ortaya çıkardığı sonuçları aşındıracak ve zaman içinde ortadan kaldıracak; 1960 Andlaşmalarıyla Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ve Yunanistan arasından ihdas edilmiş olan nazik dengeyi bozup yok edecek bir siyasî çözüme yol açabilecek nitelikler taşımıştır. BM parametrelerinin dayandığı sakat anlayışlar Çünkü, BM parametreleri, hukuken ve siyaseten sakat olan şu anlayışlar üzerine bina edilmişlerdir: a) Ada’da tek bir “Kıbrıs Devleti” vardır (KıbrıCumhuriyeti); b) BMGS’nin iyi niyet görevinin hedefi yeni bir devlet kurmak değil, varolan bu Devlet için “ bu defa federal esasa dayanan yeni bir anayasa ” hazırlamaktır; c) Kıbrıs Türk tarafının, federal bir çözümün iki tarafın ayrı egemen iradeleriyle ortaya çıkması ve Ada’daki iki halkın egemenliğin eşit şartlar altında kaynağı ve ortağı olması gerektiği yolundaki tezi kabul edilemez ; Kıbrıs’ta iki “halk” değil, iki “toplum” mevcuttur; d) “İki kesimlilik” kavramı, nüfusun etnik yapısı bakımından saf iki bölge yaratmak anlamına gelmez; mülkiyet bakımından da durum böyledir; “ iki kesimlilik” ilkesi, “ bir toplum tarafından yönetilecek bir federe devletin kendi kesiminde nüfus ve arazi mülkiyeti bakımından açık bir çoğunluğa sahip olmasını ” gerektirir; e) İki taraf arasında siyasî eşitlik nihaî çözümle birlikte ve toplum (federe birim) düzeyinde ortaya çıkacaktır ; diğer bir deyişle, çözümden önce taraflar arasında siyasî eşitlik yoktur ; Türk tarafının federasyonun siyasî bakımdan eşit olan iki taraf arasında kurulması gerektiği görüşü geçerli değildir; toplumlararası görüşmelerdeki “ on an equal footing” ilkesi yönteme ilişkindir ve iki toplum bakımından geçerlidir. (Kıbrıs’taki Tarafların Liderlerinin BMGS’nin gözetiminde yaptıkları görüşmeler için New York’da bulundukları zamanlarda Rum Lider’in hem BM üyesi bir Devlet’in Cumhurbaşkanı, hem de Rum Toplumunun Lideri olarak muamele görmesi bu yüzdendir. Oysa KKTC Cumhurbaşkanı sadece Kıbrıs Türk Toplumu Lideri olarak kabul görmektedir. ) Bu anlayışlar Güvenlik Konseyi’nin 186 (1964), 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarına vücut vermiştir. Bu sakat anlayışlar yüzündendir ki, Kıbrıs müzakere sürecinin akışı içinde Kıbrıs Türk Tarafınca ortaya konulan, örneğin, Ada’da iki halkın varlığı, egemenliğin iki halktan kaynaklanması, federal devletin Kıbrıs’taki siyasî bakımdan eşit, bağımsız ve egemen iki devlet arasında anlaşmayla kurulması, siyasî çözümün, ortaya, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temelinde değil, fakat yeni bir Devlet çıkarması gibi tezler ve öneriler BM tarafından reddedilirken, Kıbrıs Türk Tarafı da, haksız yere BM parametrelerinin dışında kavramlar ortaya atmakla ve uzlaşmaz bir tutum sergilemekle suçlanmıştır. Ne yazık ki bir zaman gelmiş KKTC ve Türkiye kamuoyları da BM’nin ve bazı dış çevrelerin bu maksatlı suçlamalarına inanır olmuşlardır. Rumlar çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz Yukarıda sayılan faktörler Kıbrıs Rum Tarafı’nı çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan, BM’nin çözüm parametrelerine esas teşkil eden anlayışlar, Türkiye’nin ve KKTC’nin Kıbrıs sorununun müzakere yoluyla yaşayabilir bir siyasî çözüme ulaştırılması için 1974’den sonra tespit ettiği ve benimsediği ilkelerle ve hedeflerle bağdaşmamaktadır. Kıbrıs sorununa çözüm bulunamamış olmasının sebebi, Kıbrıs Rum-Yunan ortaklığının çözüme ihtiyaç duymamakta olduğu gerçeğinin yanında, yukarıda kısaca izah edilen BM parametrelerine vücut veren yanlış görüşler, anlayışlar ve BM’nin meselenin sebepleri hakkında koyduğu yanlış teşhislerdir. Bu yanlışlıklar yüzündendir ki, 44 yıldır müzakereye dayanan bir çözüm ortaya çıkamamıştır. BM ve sonraları da AB, Rum tarafının “Kıbrıs’ın meşru Hükûmeti olma” iddiasını benimsemek, tutumlarını bu iddiaya arka çıkar şekilde ayarlamak suretiyle, aslında sorunun çözülemeden kalmasında baş rolü oynamışlardır. Batı camiası ve onun siyasî, ekonomik ve diplomatik etkisi altındaki uluslararası çevreler Kıbrıs Adasını esas itibariyle Yunanistan’ın bir parçası olarak görmekte ve Ada’da bir de ayrı bir Türk Devleti bulunması olgusunu içlerine sindirememektedir. Bugün AB üyeliğine ehil olma bakımından Türkiye’nin coğrafî konumu bile Avrupa’da, örneğin, Sarkozy tarafından tartışma konusu yapılırken, Akdeniz’de Türkiye’nin 60 km. güneyinde ve Suriye’den sadece 90 km. mesafedeki Kıbrıs’ın coğrafî konumunun AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmamış olmasının sebebi budur. BM’nin ve AB’nin Rum tarafının temel pozisyonlarına verdiği kayıtsız ve şartsız denebilecek nitelikteki destek, sonunda, ANNAN Plânı’nın Rumlarca reddedilmesinin başlıca âmili olmuştur. Rum-Yunan ortaklığının uyguladığı stratejideki önceliğin Kıbrıs’ta çözüme ulaşmak değil, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek için istismar etmek olduğu aşikârdır. Rum-Yunan ortaklığının, Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin, AB’ne katılabilmek için ANNAN Plânı çerçevesinde katlanılan fedakârlıklardan daha fazlasına katlanabilecekleri zehabında olduklarını söylemek yanlış olmaz . Kıbrıslı Rumların ANNAN Plânı’nı büyük bir ekseriyetle reddetmiş olmalarının temel sebebi budur. Rumlar, BM’nin parametrelerinin, kendileri için en kötü ihtimalle ANNAN Plânı çerçevesindeki gibi bir çözümü ortaya çıkarabileceğinin idraki içindedirler. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda şantaj politikası yürütmek suretiyle daha iyi şartlarda bir çözüm elde etme peşindedirler. Bunu elde edeceklerine inanmış görünmektedirler. AB Konseyi’nin Aralık 2006’daki Zirvesi’nde Gümrük Birliği’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ne de uygulanması anlamına gelen Ek Protokol’ü Türkiye onaylamadığı için Türkiye’nin AB müzakere sürecinde 8 başlığın açılmasının askıya alınmasının arkasındaki Gücün (!) Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan olduğu bilinmektedir. BM Kıbrıs Sorununa Çözüm Aranmasına Müsait Bir Zemin Değildir 24 Nisan 2004 referandumunun sonucunun bu defa çok çarpıcı biçimde ortaya koyduğu üzere, BM, Kıbrıs sorunu için dengeli ve yaşayabilir çözüm bulunmasına müsait bir zemin değildir. Bizi böyle bir yargıya varmağa sevkeden faktörlerin başlıcaları şunlardır: i) BM, 4 Mart 1964’ten bu yana Kıbrıs’taki Taraflardan birinin tezlerine ve iddialarına taraf durumundadır. ii) BM zeminindeki çözüm arayışlarında mekanizma yanlış varsayımlara dayanılarak kurulmuş bulunmaktadır. Güvenlik Konseyi’nin BMGS’ne Kıbrıs’la ilgili olarak 1975’te verdiği “iyi niyet” görevinin ana hedefi de böyle yanlış varsayımlara göre belirlenmiştir. iii) Türkiye ve KKTC, BM organlarının bu vakte kadar kabul ettiği yüzü aşkın kararları, biri hariç ( BM Genel Kurulu’nun 4 Kasım 1974 tarihli ve 3212 sayılı Kararı ) reddetmiştir veya çekince beyanında bulunmuştur. iv) KKTC ve Türkiye’nin desteklediği BMGS’nin “iyi niyet” (good offices) görevi ( 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı Kararının 6. işlem paragrafı ) giderek yozlaşmış ve ANNAN Plânıyla ilgi süreçte BMGS “hakem” rolü oynamıştır. v) BM zemininde, bir taraftan, 24 Nisan 2004’de Kıbrıs’taki iki halkın çözüm hakkında ayrı ayrı ortaya koyduğu olumlu veya olumsuz iradeleri Referandum bakımından geçerli kabul edilmiş, öte taraftan, bu iki halktan birinin daha önce 15 Kasım 1983’de Devlet kurma yolunda açıkladığı irade geçersiz, kurdukları Devlet de yok hükmünde addedilmiştir. Esasen, BM Kıbrıs’ta “iki halk” değil, iki “toplum” olduğunu kabul etmektedir. vi) BM zemininde, bir taraftan, Referandumda çözümü reddeden Tarafın gasp ettiği bir unvanla AB’ne tam üye olmasının Kıbrıs’ta çözümü kolaylaştıracağı değerlendirmesi yapılmış, diğer taraftan, BM’nin çözüm Plânı’na “evet” demiş halkın sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir toplumu” olarak ambargo altında yaşamasına yol açan kararlar alınmıştır. vii) BMGS’nin çözüm girişiminin takvimi, Ada’daki şartlara, gerçeklere ve ihtiyaçlara göre değil, Taraflardan birinin AB üyeliği için tek başına yaptığı hukuk dışı bir başvurunun gerektirdiği takvime göre ayarlanmıştır (ANNAN Plânıyla ilgili takvim). KKTC Cumhurbaşkanı’nın geçirdiği çok ciddi bir ameliyattan sonra henüz nekahetini sürdürdüğü bir dönemde 11 Kasım 2002’de ANNAN Planı’nın masaya konulmasında, 1 hafta içinde ilk görüşlerin talep edilmesinde ve 12 Aralık 2002 tarihindeki AB Kopenhag Zirvesi’nden önce iki Liderin “Kıbrıs Sorununun Kapsamlı Çözümü” başlıklı belgeyi imzalamalarının istenmesinde sakınca görülmemiştir. viii) BMGS, bir taraftan Kıbrıs sorununun çözümünün güç ve sorunun içindeki konuların geometrisinin değişken olduğunu raporlarında teslim ederken ve sorunu “diplomatik Rubik Küpü” olarak nitelerken, öte taraftan, görüşmelerde “Ada’da iki halkın mevcudiyetinden ve çözümle ortaya çıkacak Devlet’te bu iki halkın egemenliğin kaynağını oluşturması gerektiğinden söz eden Tarafı “parametre dışı öneride bulunmakla” ve böylece görüşme sürecini çıkmaza sokmakla suçlayabilmektedir. Kısacası, BM, Kıbrıs Türk Tarafı’nın tutumu hakkındaki hükmünü, temel noktaları itibariyle Rum Tarafı’nın tezlerine ve iddialarına göre hazırlanmış bir şablonu uygulayarak vermektedir. ix) BMGS, müzakere sürecinin bir aşamasında, Kıbrıs Türk Tarafı’nın Lideri’nin takındığı tutumu raporunda sert bir dille eleştirebilmekte; o aşamadaki başarısızlığın sorumluluğunu doğrudan KKTC Cumhurbaşkanı’na yükleyebilmekte; BM Güvenlik Konseyi de 14 Nisan 2003 tarihinde aldığı 1475 sayılı kararında Kıbrıs Türk Lideri’nin tutumu hakkında “esef” ifade edebilmektedir. Oysaki, aynı BMGS, 24 Nisan 2004 Referandumundan sonra yayınladığı Raporunda, çözümü reddeden Kıbrıs Rum Tarafı’nın Lideri’ne kişisel hiçbir suçlamada bulunmamıştır. Güvenlik Konseyinden de Rum tarafına ve Lideri’ne hiçbir tepki gelmemiştir. Esasen, BMGS’nin Referandum sonrasındaki raporu, Rusya’nın karşı çıkması yüzünden Güvenlik Konseyi’nde ele alınamamıştır. x) BM zemininde çözüm bulunabilmesi için, sadece Kıbrıs’taki iki Taraf’ın ve Türkiye ile Yunanistan’ın çıkarları arasında denge sağlanarak bir uzlaşıya varılması yeterli olmamaktadır. Soruna taraf olmayan Devletlerin de stratejik çıkarlarına uygun bir çözüm sağlanması gerekmektedir. Özellikle, BM Güvenlik Konseyi’nin Daimî üyelerinin elinde işlerine gelmeyen bir çözümü engelleyebilecek ve çözümü kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilecek manivelalar vardır. Referandumdan üç gün önce 21 Nisan 2004 tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunulan Anlaşmanın referandumlarla kabulünden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin yapması gereken işlere dair Karar Tasarısının Rusya tarafından veto edilmesi buna örnektir. Rusya’nın bu “vetosu” Rum AKEL Partisi’ne ve bütün Rumlara “HAYIR” oyu için bir işaret olmuştur. 1960 Andlaşmaları BM Zemininde Ortaya Çıkmadı Kıbrıs sorununa yaşayabilir nihaî çözüm arayışları bakımından BM’nin uygun bir zemin olup olmadığını değerlendirirken 1960 Kıbrıs Andlaşmalarını doğuran Zürih ve Londra mutabakatlarının BM dışındaki bir zemininde yürütülen temas ve görüşmelerle ortaya çıkmış olduğunu hatırlamak ve bunun neden böyle olduğunu isabetle değerlendirmek lâzımdır. Ayrıca, AKRITAS Plânı’nın uygulanması cümlesinden olarak Kıbrıs Türk Halkına karşı 15-16 Kasım 1967’de girişilen silâhlı saldırılarla patlak veren buhranın giderilmesini müteakip Kıbrıs sorununun özü üzerinde Haziran 1968’de önce Beyrut’da başlatılan istikşafî mahiyetteki toplumlararası görüşmelerin de ( Denktaş-Clerides ), Türkiye ve Kıbrıs Türk Liderliği tarafından titizlikle BMGS’nin “iyi niyet” görevinin dışında tutulmuş olduğunu bir hatıra olarak kaydetmekte fayda vardır. Çünkü, Türk Tarafı, 4 Mart 1964’de “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı üzerine bina edilmiş bir karar çıkartmış olan BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’ta tarafsız bir yaklaşımla siyasî çözüm arayışlarında bulunamayacağını o zaman isabetle görmüştü. BM’nin Kıbrıs Sorununa Çözüm Arayışları İflâs Etmiştir 24 Nisan 2004 Referandumlarının sonuçları BM’nin Kıbrıs sorununa çözüm arama mekanizmalarının iflâs ettiğini açık biçimde göstermiştir. BM’nin önyargılı varsayımlara dayanan değerlendirmelerinin de yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Bir kere, BM, “ Kıbrıs’taki status quo’nun kabul edilemez ” olduğunu söyleye gelmiştir. Ada’da status quo’dan yakınan Taraf Referandumda status quo’dan yana oy vermiştir. Status quo’yu korumak için çözümsüzlük politikası güttüğü iddia edilen Taraf ise çözümden yana oy kullanmıştır. İkincisi, BM, uzun zamandan beri “ Kıbrıs’ın AB’ne katılım müzakerelerinin Kıbrıs sorununun çözümünü kolaylaştıracağı ” değerlendirmesinde bulunmuştur. BM’nin bu değerlendirmesi de tutmamıştır. Kıbrıs sorunu, 24 Nisan Referandumundan sonra daha da karmaşık hale gelmiş olarak devem etmektedir. Üçüncüsü, çözümü reddeden Taraf Referandumdan hemen sonra AB’ne tam üye olmuş ; çözüme ve AB üyeliğine “ evet” oyu veren Taraf ise AB dışında kalmış ve vadedilmesine rağmen, BM ve AB “evet” oyu veren Taraf’ın üzerindeki -diğer Taraf’ın koydurttuğu- ambargoların hiçbirisini kaldıramamıştır . Umarız, BM ve AB yürüttükleri siyasetin genel adalet duygusunu da rencide ettiğinin farkındadırlar. Bu açıdan da BM ve AB sınıfta kalmışlardır. Yeni Bir Değerlendirme Yapma İhtiyacı Yukarıda da işaret edildiği gibi, BMGS Kofi Annan, Referandumdan sonra BM’nin Kıbrıs’taki bütün barış faaliyetlerinin esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulmasını tavsiye etmiştir. Böyle bir değerlendirme yapılmış mıdır? Yapıldığına dair bir bilgi veya işaret yoktur. Güney Kıbrıs’ta 17 Şubat 2008 tarihinde yapılacak Başkanlık seçimlerinden sonra Kıbrıs sorununa çözüm arama girişimlerinin yeniden canlanacağı beklentisi yaygındır. BMGS tarafından yeni bir girişim başlatılmadan önce, KKTC’nin ve Türkiye’nin yaşayabilir bir çözüm şekli için “olmazsa olmaz” nitelikte gördükleri ana unsurları BM Sekretaryasına sarih biçimde bildirmeleri beklenir. Daha önce ANNAN Plânı çerçevesinde o günün şartlarında Türk Tarafınca kabul edilmiş olan unsurlar da Plân’ın Rumlarca reddedilmiş olması vakıası karşısında yeniden gözden geçirilmeli ve pozisyonumuzda gereken değişiklikler yapılmalıdır. Plânın daha önce kabul edilmiş olması Türk tarafında bu sefer de kabul edilmesi gerekir düşüncesi yaratmamalıdır. Demeçlerden Bazı Alıntılar Cumhurbaşkanı Gül ABD’ni ziyaretinden önce New York’da BMGS’den “ kapsamlı bir çözüm için yeni bir hareket başlatılmasını isteyeceğini ” açıklamıştı. “ Türkiye’nin Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü için BM parametrelerini esas alarak çalışmaya devam edeceğini ” vurgulayarak “ Kıbrıs’ta yaşayabilir çözümün , Ada’nın gerçeklerine, iki ayrı halk, iki demokrasi ve iki devletin varlığına bağlı olduğunu ” ifade etmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Talât’ın, “ Rumların yalaşık bulaşık bir federasyon hedeflediğini ve bunun mümkün olmadığını; yeni kurulacak ortaklığın Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmayacağını; olası bir federasyonun iki halkın siyasî eşitliğini, iki kurucu Devlet’in eşit statüsünü ve garantiler konusunu içermesi gerektiğini ” söylediğini gazetelerde okuyoruz. Başbakan Erdoğan , Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in ziyareti sırasında “ Güney Kıbrıs’taki seçimlerden sonra Kıbrıs sorununa ilişkin müzakerelerin başlatılmasına yönelik bir adımın atılmasından ” söz etmiş; bunun yerinin “ BM zemini ” olacağını belirtmiş; “ artık Annan Plânı devreden çıkmış durumda, ama, esası, ruhu aynen korunabilir; derdimiz şüphesiz ki masada müzakerelerle bu sorunu çözebilmektir ” şeklinde konuşmuştur. Yunanistan Başbakanı Karamanlis de görüşünü “ hedefimiz BM Güvenlik Konseyi’nin kararları çerçevesinde Kıbrıs’ın birleşmesine neden olabilecek olan âdil, barışçı ve kalıcı bir çözüme ulaşmaktır. Bu şekilde Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları AB’nin nimetlerinden yararlanabilirler ” sözleriyle açıklamıştır. Karamanlis’in sözleri, Yunanistan’ın bilinen görüşlerine yeni ve yapıcı bir boyut getirmemektedir. “ BM Güvenlik Konseyi’nin kararları çerçevesindeki ” çözümden neyi hedefledikleri bilinmektedir. Ayrıca, Karamanlis’in “AB’nin nimetlerinden” dem vurmasının, Kıbrıs Türk Halkı’nın Kıbrıs konusundaki kararını AB’nin cazibesine kapılarak verebileceği beklentisi içinde olduğunu gösterdiğini düşünmek sanırım yanlış olmaz. Rum Başkanlık seçimlerini kazanmasının KKTC Halkınca tercih edildiğini gazetelerde okuduğumuz AKEL Genelsekreteri Hristofias’ın “Taksime bir nefes kadar yakın olmamız gerçeği, adaylığımı halihazırda haklı gösteriyor. Şu anda risk almamın ana nedeni budur” şeklinde konuştuğu basında çıkmıştır. Bu sözlerin anlamı açıktır. AKEL Kıbrıs Rum Meclisince kabul edilmiş olan ve bugün de hukuken ve siyaseten var olan 1967 ENOSIS kararının destekçilerindendir. Hristofias’ın yine basında okuduğumuz Karpas hakkındaki sözleri de ifşa edicidir. Yeni Parametreler BMGS Annan, referandumdan sonraki Raporunda, “Plân’ın hukuken yok hükmünde olduğunu” açıklamıştır. Bu durum, KKTC’ne yeni bir görüşme çerçevesi oluşturulması için imkân yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı Gül’ün ve KKTC Cumhurbaşkanı Tâlat’ın ifade ettikleri “Ada’nın gerçeklerine uygun, iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi, iki devletin varlığına dayalı; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmayan federal devlet çözümünün” BM parametreleri çerçevesinde neden ortaya çıkamayacağını yukarıda izah etmiştik. ANNAN Plânı’nın öngördüğü “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin”, yeni bir anayasa ile yok hükmündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temeline bina edildiği açık ve seçiktir. Nitekim, Annan Plân’ında yeni bir devletin kurulduğundan söz edilmemektedir. Kuruluş Anlaşması’nın 1 inci maddesinin 1 inci fıkrasında “ İşbu Anlaşma Kıbrıs’ta yeni bir düzen kurar ” hükmüne yer verilmektedir. Burada kullanılan “Kıbrıs” kavramı, “Kıbrıs adası” gibi coğrafî bir kavramı değil, “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” ifade eder. Çünkü, Kıbrıs adasında, Devlet’in yanında, statüsü ve sınırları 1960 Tesis Andlaşmasıyla belirlenmiş olan İngiliz toprağı “Egemen İngiliz Üsleri” de vardır. Yine aynı şekilde, 13. maddenin 3.fıkrasında, BM üyeliğine ilişkin hususlar meyanında “üzerinde anlaşmaya varılan Kıbrıs bayrağı BM Merkezi’nde göndere çekilir” denilmektedir. “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrağı” yerine “Kıbrıs bayrağı” denilmesinin sebebi eski devletin temelinde yeni bir anayasal düzen kurulmuş olmasıdır. “Kıbrıs Devleti’nin” BM üyeliği devam etmekte, sadece, bayrak değişmiş olmaktadır. Bunlar benzer hükümlerden birkaç örnektir. Diğer taraftan, ANNAN Plânı’nın “ iki devletli” değil, eski “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temeli üzerinde ve çatısı altında bu defa “iki eyaletli veya vilâyetli” bir anayasal düzen ortaya çıkardığı da bir gerçektir . İngilizce’deki “state” kelimesinin Türkçe’de karşılığı olan “devlet” ve “eyalet” kelimelerinden “devlet” sözcüğünü kullanarak çözüm şeklinin “iki devletli” olduğunu öne sürmek yanıltıcı olur. BMGS Annan Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne ilişkin girişimini başlatırken, Avrupa Birliği fikrinin tohumlarını ekmiş olan Jean Monnet ’in “ güç ve karmaşık sorunları çözebilmek için bazen ‘konteksti’ değiştirmek gerekir ” sözünden ilham aldığını 1 Nisan 2003 tarihli raporunda ifade etmektedir. Bu sözü 24 Nisan Referandumundan alınan derslerle yeniden başlatılabilecek bir girişim için de hatırlamakta ve yeni BMGS Ban Ki-moon’a da hatırlatmakta fayda olabilir. Kıbrıs sorununun yaşayabilir bir çözüme kavuşturulması amacıyla yeniden bir istişare ve görüşme süreci başlatılması halinde, çözümün parametreleri Ada’da iki ayrı Devlet’in varlığı gerçeğinden hareket edilerek saptanmalıdır . Günümüzde sun’i bir çözüm şekli olan federasyonların dağılma sürecine girmiş oldukları ve Kosova’nın da bağımsız Devlet olmaya ehil görüldüğü gibi gerçekler göz önünde tutulmalıdır. Bu çerçevede şu unsurlara ön plânda yer verilmelidir: 1. KKTC’nin varlığının idamesi ; 2. İki ayrı Devlet’in kader ortaklığı anlayışıyla iyi komşuluk ve işbirliği esasına göre yan yana ve gerekli görülüyorsa sembolik ortak bir çatı altında yaşamaları ; 3. Bunların bir başka Devletle veya Devletlerle birleşmelerinin yasaklanması ; 4. Her iki Devlet’in anlaşmayla kendilerinde bırakılacak topraklar üzerinde “egemen” olmaları; 5. KKTC’nin, Türkiye’nin de AB’ne tam üye olmasından sonra AB’ne katılması nın istenmesi; 6. Çözüm şeklinin Türkiye’nin de dahil olduğu etkili bir garanti sistemi ile teminat altına alınması. “Güney Kıbrıs Rum Devleti’nin” AB üyeliği feshedilemeyeceğine göre, KKTC’nin AB’ne tam üye olması Türkiye’nin AB üyesi olacağı tarihe kadar ertelenmelidir. Bu tarihe kadar Türkiye-AB ilişkilerini düzenleyen rejim KKTC’ne de uygulanmalıdır. KKTC ( Kıbrıs Türk Toplumu veya Kıbrıslı Türkler değil ) üzerindeki diplomatik, siyasî, ekonomik, ticarî, kültürel, sportif, vs. bütün ambargoların kaldırılmasıyla eşzamanlı olarak Türkiye ve “Kıbrıs Rum Devlet’i” arasındaki ilişkiler her alanda normalleştirilmelidir. BM Güvenlik Konseyi, 186, 541 ve 550 sayılı kararlarının bütün sonuçlarını kaldıran ve çözüm şeklinin yeni parametrelerini tespit eden bir karar almalıdır. 24 Nisan 2004 Referandumunun sonucu ANNAN Plânı’nı yok hükmünde kılmıştır. ANNAN Plânı’nı tâdil suretiyle yeni bir çözüm arayışına kesinlikle girişilmemelidir. Çünkü, ANNAN Plânı 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temelinde bir çözüm öngörmektedir. Gerçek odur ki, ANNAN Plânı bir Andlaşma halinde yürürlüğe girebilseydi, “Kıbrıs Cumhuriyeti” iki eyaletli olarak devam ederken, KKTC’nin varlığı hukuken sona erecekti. Ortaya çıkacak olan yeni anayasal düzende Kıbrıs Türk Halkı egemenliğe de ortak olmayacaktı. Ada İngiltere İçin Önemli de Türkiye İçin Değil mi? İngiltere’nin Kıbrıs sorununun çözüme çerçevesinde dahi Ada’daki egemen üslerini muhafazaya kararlı olduğu bilinmektedir. ANNAN Plânı’nda da bu böyle olmuştur. Bunun sebebi, Kıbrıs Adası’nın İngiltere ve ABD için taşıdığı stratejik önemin günümüzde de devam etmesi dir. İngiltere için stratejik önemi hâiz olan Kıbrıs Adası , 21. yüzyılda enerji terminali rolünü giderek artan bir ağırlıkla oynaması beklenen Türkiye için önemli değil midir? Kıbrıs sorununa çözüm ararken Türkiye ve KKTC işin bu veçhesi üzerinde de dikkatle durmalıdır. Kıbrıs sorununun varlığı Yunanistan’ın ve hattâ Güney Kıbrıs Rum Devleti’nin AB üyelikleri için engel olarak görülmemiş olduğuna göre, bu sorun Türkiye’nin AB üyeliğine neden mâni teşkil etsin? Türkiye bunun bir engel olduğuna neden inansın? Türkiye uzun yıllar Kıbrıs konusunu kendisinin AB ile bütünleşme konusundan ayrı tutmaya özen göstermiştir. İki konu arasında bağ kurulmasına karşı çıkmıştır. Oysa, BMGS Kofi Annan 1 Nisan 2003 tarihli raporunun 47. paragrafında 12-13 Aralık 2002 tarihindeki AB Kopenhag Zirvesi’nde Kıbrıs konusunda yapılan temaslar ve görüşmeler hakkında bilgi verirken, diğer hususlar meyanında, “ Türkiye, Zirve’ye, Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifine bağlayan bir politika ile gelmişti ” ifadesine yer vermiştir. BMGS’nin verdiği bu bilgi doğruysa, böyle bir politikanın sürdürülmesi ne Kıbrıs sorununun çözümü gayretleri, ne de Türkiye’nin AB ile bütünleşme süreci bakımından yararlı olur. Muhtemel bir çözüm çerçevesinde KKTC’nin Türkiye’den önce AB’ne katılması halinde, Türkiye ile Yunanistan arasında Ada üzerinde Andlaşmalarla kurulmuş olan nazik denge yok olacaktır . Böyle bir gelişme KKTC Halkına refah açısından yarar getirebilecek olsa dahi, KKTC Halkı’nın bu durumun Türkiye’nin, dolayısıyla da KKTC’nin çıkarları bakımından sakıncalı olacağının bilinci içinde hareket edeceğine inanmak isteriz. Diğer taraftan, Türkiye AB’ne tam üye olmadığı sürece, çözüm çerçevesinde kendisine Kıbrıs bakımından Andlaşmalarla verilen garanti hak ve yetkilerinin kâğıt üzerinde kalacağı da gözden uzak tutulmamalıdır. 1960 Anayasa düzenini yıkan ve Garanti mekanizmasının 1974’de kendisine karşı işletilmiş olduğu Kıbrıs Rum Tarafı AB’ne üye olmuştur. Diğer iki Garantör İngiltere ve Yunanistan da AB üyesidirler. Böylece, mevcut Garanti sisteminde denge esasen bozulmuş bulunmaktadır. Uluslararası toplum, özellikle AB ve ABD, Kıbrıs sorununun yaşayabilir bir çözüm bulunması isteklerinde samimiyseler, ANNAN plânı teşebbüsünden önce yaptıkları ve BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına dercettikleri "Kıbrıs'ın AB'ne katılım müzakerelerinin Kıbrıs sorununun çözümünü kolaylaştıracaktır" şeklindeki değerlendirmeyi, bu kere "Türkiye'nin AB'ne katılım müzakerelerinin tam üyelikle sonuçlanmasının, hem KKTC'nin AB'ne katılımını, hem de Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümünü kolaylaştıracaktır " şeklinde yeniden kaleme alıp BM Güvenlik Konseyi kararlarına koydurmalıdırlar. Aynı hükmün AB Konsey kararlarına da yansıtılmasında fayda vardır. Böyle bir gelişme, sadece gerçeğin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, 24 Nisan 2004 Referandumunda “ status quo ” dan rahatsızlık duymadığını belli etmiş olan Kıbrıs Rum Tarafı için uyarıcı etki yapar. Kıbrıs Rum Tarafı status quo'dan rahatsızlık duymadığına göre, Kıbrıs Türk Tarafı'nın da KKTC'nin çatısı altında bağımsız ve kendi toprakları üzerinde egemen olarak Türkiye'nin desteğinde güvenlik içinde yaşamaktan huzur ve rahatlık duyduğunu ortaya koyması zor mudur ?! 24 Nisan 2004 Referandumunun sonuçlarından sonra KKTC'nin yeni bir girişim başlatma teşebbüsleri karşısında kendisini biraz ağıra satmasında ve "müstağni" davranmasında hiç olmazsa taktik yönden fayda yok mudur?! Yunanistan’da ve Kıbrıs Rum Kesiminde siyaset dilinde Kıbrıs konusu için yerleşmiş ve günümüzde de kullanılan ortak bir kavram vardır. Bu kavram “ ulusal konu ” veya “ ulusal dava ”dır. Kıbrıs konusu KKTC ve Türkiye için de “millî dava” değil midir ? -----------------------------------------------------
- Yunanistan’ın Türkiye’nin AB süreci için sıraladığı şartlar
Tugay Uluçevik, Büyükelçi (E) 30 Ağustos 2024 Yunan ve Kıbrıs Rum resmî şahsiyetlerinin dış politika konularına ilişkin açıklamalarında, demeçlerinde kullandıkları dildeki, ifadelerdeki disipline, farklı kişiler tarafından söylenen sözlerdeki yeknesaklığa hayran olmamak, takdir etmemek mümkün değildir. Özellikle Türk – Yunan ilişkileri, Kıbrıs alanında bu böyledir. Örneğin, Yunan siyasetçiler “Türkiye’nin AB üyelik sürecini destekliyoruz” gibi doğrudan bir ifade kullanmazlar. Muhakkak kelimelerin arasına “ilke, prensip olarak” gibi bir ifade yerleştirirler. Bu “ilke” metaforu, mecazı Yunanistan’ın desteğinin uzunca bir şartlar listesine bağlı olduğunu ortaya koyar. Listedeki şartları da yine metaforlarla sayarlar. Uluslararası (devletlerarası) hukuk, Avrupa hukuk müktesebatı, AB üyesi devletlerin egemenliği ve egemenlik hakları gibi soyut kavramları zikrederler. Kıbrıs konusuna ilişkin şartlarında da Kıbrıs sorununa ilişkin görüşmelerin “yeniden başlaması” isteğini dile getirirler. “BM Güvenlik Konseyi’nin kararları çerçevesinde çözüm” talep ederler. Taraflara “yararlı” ve “yapıcı” tutum göstermelerini tavsiye ederler. Yunanistan Dışişleri Bakanı George Gerapetritis AB Dışişleri Bakanları gayrıresmî (Gymnich) toplantısı için Brüksel’e varışında şunları ifade etmiş: “Türkiye Dışişleri Bakanı'nın beş yıl sonra Gayri Resmi Toplantıya katılmasının kritik olduğunu düşünüyorum. AB-Türkiye ilişkilerini tartışma fırsatı bulacağız. Yunanistan prensip olarak Türkiye'nin Avrupa rotasını desteklemektedir. Elbette bu yolun Uluslararası Hukuka, Avrupa hukuk müktesebatına saygıyı, tüm üye devletlerin egemenlik ve egemenlik haklarına saygıyı gerektirdiği aşikârdır. Özellikle, Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs meselesine ilişkin müzakereleri yeniden başlatma girişiminin devam ettiği bu dönemde, küresel barış, güvenlik ve uluslararası hukuk açısından çetrefilli bir mesele olan Kıbrıs meselesinin BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde nihayet çözüme kavuşması için yararlı ve yapıcı bir tutumun sürdürülmesi elzemdir.” [i] Bu demeçteki şifreleri kırarsak Yunan Bakan’ın şunları ifade ettiğini anlarız: - İlke olarak Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyoruz. - Ama, Türkiye başta BM Yasası’nın hükümlerine uygun olarak uluslararası ilişkilerde “tehdide ve kuvvette” baş vurmayacak. Yani, Yunanistan’ın karasularını 6 milin ötesine genişletme “hakkına” karşı TBMM’nin aldığı “casus belli” (savaş sebebi) kararını geri alacak. Yunanistan’ı karasularını 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerine göre 12 mile kadar genişletme hakkını tanıyacak. - 1960 Kıbrıs Antlaşmalarında yer alan artık “modası geçmiş” bir sistem olan “münferit” veya “müşterek” askerî müdahale” hakkından vazgeçilecek. - Türkiye “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” tanıyacak. - Türkiye 1999 Helsinki AB Zirve Bildirisi’nin 4, 9 ve 12’nci maddelerinin hükümlerini yerine getirmiş olacak. - Türkiye Yunanistan’ın hava sahası için 10 mil uygulamasını kabul edecek. - Türkiye, Ege’de Yunanistan’ın egemenliğine bırakılmış Adalardan bazılarının “gayrıaskerî” statüde olduğu iddiasından vazgeçecek. - Türkiye Doğu Akdeniz’deki iddialarından ve Mavi Vatan ideolojisinden vazgeçecek - Türkiye, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin “ekümenik” vasfını kabullenecek. - Türkiye, Batı Trakya Türk Azınlığı mensuplarının Yunanistan vatandaşı olarak Yunan kanunlarına tabi olduğunu dikkate alarak Lozan’a atıfla çeşitli iddialarda bulunmayacak. - Kıbrıs için sadece BMGK kararları ve AB hukuku esas alınacak. - Kıbrıs sorununun Ada’da iki toplumlu, iki kesimli federal devlet kurulması şeklindeki nihai çözümü için müzakere süreci 2017’de Crans-Montana’da kaldığı noktadan itibaren yeniden başlatılacak. - Türkiye Kıbrıs’ta “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” söylemini bırakacak ve “KKTC’nin tanınması” talebinden vazgeçecek. - Bunları kabul etmeyen taraf “yararlı” ve “yapıcı” tutum göstermemiş olacak. Bugün Brüksel’de yapılan Dışişleri Bakanları gayrıresmî toplantısının ve Fidan - Gerapetritis ikili görüşmesinin sonuçları değerlendirilirken Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Brüksel’e varışında verdiği kısa demeç hakkında yukarıda kaydettiğim şerhleri dikkate almak gerçekçi bir değerlendirme bakımından belki faydalı olabilir. [i] https://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/minister-of-foreign-affairs-george-gerapetritis-statement-upon-arrival-at-the-informal-meeting-of-eu-foreign-ministers-brussels-29082024.html
- Ege'deki İhlâllerin Akıbeti Ne Oldu?
Tugay ULUÇEVİK, Emekli Büyükelçi, Yunanistan’ın Bodrum’da karaya çıkardığı kişi yakalandı mı? Datça’da sahilimizden alınan Zodyak bot ne oldu? Bodrum ve Datça’da plajlarımızda Yunanistan Sahil Güvenlik botları Vatandaşlarımız tarafından görülüp görüntülendiği, sosyal medya üzerinden kamuoyuna yansıtıldığı ve Anadolu Ajansı tarafından da haber yapıldığı üzere, Yunanistan’ın Sahil Güvenlik unsurları 20 ve 24 Eylül 2024 günlerinde karasularımızı, Bodrum’da ve Datça’da meskûn mahallerin önüne kadar kıyılarımıza yaklaşmak suretiyle, pervasızca ihlâl ettiler. Bodrum’daki ilk ihlâl olayında Yunan Sahil Güvenlik unsurlarının kıyıya kadar kovaladığı bir lâstik botun karaya çekildiği ve içinden şahsın ormanlık alana kaçtığı görüldü. T.C. İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı 20 Eylül günü yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında, “ormanlık alana kaçan ve göçmen kaçakçısı olduğu değerlendirilen şahsı bulmak maksadıyla başlatılan arama çalışmalarına devam edildiğini” bildirdi. Ormanlık alana kaçan şahsın yakalanıp yakalanmadığına, kimliğine, vesaireye dair aradan geçen bir buçuk aya yakın zaman zarfında yazılı ve görüntülü basında herhangi bir açıklamaya tesadüf etmedim. 24 Eylül günü sosyal medyaya yansıyan bir başka karasularımızın ihlâli olayında da Yunanistan’a ait sahil güvenlik teknesi Datça’nın bir koyunda karaya yanaşmış, tekneden inen maskeli bir kişi karada bulunan Zodyak botu denize çekmiş ve bu bot, Yunanistan sahil güvenlik unsurunun nezaretinde Yunanistan’ın Simi adasına doğru koydan uzaklaşmıştır. İhlâllere ilişkin tahkikat sonucu açıklandı mı? 20 Eylül’de Bodrum’da bottan çıkıp ormanlık alana kaçan şahıs yakalandı mı? Bu şahıs Türkiye için zararlı bir kişi, Yunanistan’a daha önce sığınmış bir terörist veya sabotajcı, vesaire olamaz mı? 24 Eylül’de Datça’daki karasuyu ihlâlinde de, toprağımızda duran ve Yunan Sahil Güvenlik unsuru tarafından denize çekilip karasularımızın dışına doğru götürülen bot kime ait bir bottur? Meselâ, içinde Türkiye ile ilgili mahrem bir bilgi ihtiva eden belge veya antik eser, vesaire, olamaz mı? Bu botu Yunan sahil Güvenlik unsuru neden götürmüş olabilir? Acaba Yunanistan’ın bu açık ve cüretkâr ihlâlleri pervasızca gerçekleştirmesinin Türkiye’nin sahil güvenlik tedbirlerinin ve reaksiyon imkân ve kabiliyetinin derecesini ölçme amacı olamaz mı? Bütün bu hususlar araştırılıp kamuoyuna bir açıklama yapılmış mıdır? İhlâller üzerinde fazla durulmadı Türkiye’nin dış konularda Filistin, İsrail ve Orta Doğu, Tevrat kaynaklı Türkiye’ye yönelik tehdit, iç konularda hayat pahalılığı, yeni Anayasa girişimleri, kadın cinayetleri ve kadına şiddet olayları, Narin’in katli, Yenidoğan bebek çetesinin sebep olduğu bebek ölümleri, TUSAŞ’ı hedef alan hain PKK terör saldırısı, teröristbaşına yapılan çağrı gibi yoğun ve hareketli gündemi içinde, maalesef, bu akıl almaz ihlâller, bu önemli güvenlik konuları üzerinde fazla durulamadı. Hem deniz, hem kara hudutlarımız ihlâl edildi Bu ihlâller, cereyan tarzı bakımından sadece karasuyu ihlâli mahiyetinde kalmadı. Bodrum sahilinde bir kişinin karaya çıkıp ormanlık alana doğru kaçmasıyla ve Yunan sahil güvenlik botundan inen maskeli kişinin Datça sahilinde karada duran bir botu almak için Datça’da karaya çıkmasıyla kara hududumuz da ihlâl edilmiş oldu. Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın Açıklamaları Çatısı altında yıllarca hizmet verdiğim Dışişleri Bakanlığımızdaki görevlerim sırasında da böyle bir pervasız ihlâl hadisesinin yaşandığını hatırlamıyorum. Yaşanan ihlâlleri de Dışişleri Bakanlığı olarak aynı gün protesto eder ve kamuoyumuza açıklardık. 20 Eylül Bodrum ihlâlinden sonra İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın yaptığı açıklama olay hakkında bir bilgi notu mahiyetindedir. İçişleri Bakanımızın görüşmesi İçişleri Bakanlığı Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın 23 Eylül günkü Açıklamasında da “İçişleri Bakanımızın Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikaları Bakanı ile telefonla görüştüğü, Yunan Sahil Güvenlik botlarının karasularımızı ihlal etmesinden duyulan rahatsızlığı ifade ettiği ve iyi komşuluk ilişkilerinin korunması için bu tür ihlallerin kabul edilemeyeceğini vurguladığı” ifade edilmiştir. Dışişleri Bakanlığımızın Açıklaması sonra geldi Dışişleri Bakanlığımızdan ihlâl olaylarının vukubulduğu 20 ve 24 Eylül günlerinde herhangi bir açıklama gelmemiştir. Medyada okuduğuma göre Dışişleri bakanlığımız 26 Eylül günü bir yazılı açıklama yapmış ve “Ankara'nın tepkisinin her düzeyde ve en güçlü şekilde Atina'ya iletildiğini; bu tip hadiselerde izlenen diplomatik prosedürün belli olduğunu ve senelerdir harfiyen yerine getirildiğini” belirtmiş. Erdoğan 24 Eylül’de Mitsotakis’e “iyi komşuluk” mesajı verdi Yunanistan’ın karasularımızı ihlâli olaylarının yaşandığı günlerde Sayın Cumhurbaşkanı New York’ta Yunanistan Başbakanı’nı kabul ederek görüştü. İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan muhatabına, diğer hususlara meyanında, “ Türkiye ile Yunanistan’ın iyi komşuluk esası ekseninde geleceğe emin adımlarla ilerleyebileceğini, iki ülke arasındaki diyaloğun güçlendirilmesinin ve Atina Bildirgesi’nin lafzı ve ruhu doğrultusunda hareket etmenin iki ülkeye de kazandıracağını” ifade etmiş. İletişim Başkanlığı’nın bu açıklamasında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan’ın karasularımızı ihlâl konusunu ele aldığına dair bir ifade yer almamıştır. Aksine Cumhurbaşkanı’nın muhatabına “ Türkiye ile Yunanistan’ın iyi komşuluk esası ekseninde geleceğe emin adımlarla ilerleyebileceğini ” vurguladığı belirtiliyor. Mitsotakis: “Ege’de bazı malûm sıkıntıları çözeceğim” Öte Yandan, 28 Eylül tarihli Hürriyet gazetesindeki habere göre New York’tan döndükten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Cuma namazını eda için gittiği camiden çıkarken gazetecilere New York’ta Yunanistan Başbakanı ile görüşmesi hakkında bilgi vermiş ve bu meyanda muhtemelen önümüzdeki yılın başında iki ülke arasında yüksek düzeyli Stratejik Konsey toplantısının yapılacağı söylemiş ve “Ege’de yaşanan bazı malûm sıkıntıları ve bu konuları da Sayın Başbakan masaya yatıracağını ve bu sorunu da çözeceğini bizlere ifade etti” demiştir. Ege’deki sorunları Türkiye dillendirmez oldu “Ege’de yaşanan bazı malûm sıkıntılar” sözü ile Bodrum ve Datça’daki ihlâller mi kastediliyor, belli değil. Aslında Ege’de Yunanistan’ın politikalarından, Antlaşmalara aykırı tutumundan kaynaklanan o kadar çok “malûm” sıkıntı var ki, onlar sözde “yumuşama” atmosferi içinde Türkiye tarafından bu dönemde görmezden geliniyor, dillendirilmiyor. Yumuşama karşılıklı atılan adımlarla gerçekleştirilmelidir. Türkiye ile Yunanistan arasında iki yıla yakın zamandır sözü edilen “yumuşamanın”, 6 Şubat 2023’teki büyük deprem felâketinden sonra Türkiye’nin atığı tek taraflı adımlarla gerçekleştiğini Yunanistan’ın üst düzey yetkililerinin memnuniyet ifade eden demeçlerinden anlıyoruz. Yunan tarafının demeçleri üzerinde ayrıntılarıyla bir başka yazımda duracağım. Herhangi bir iki devlet arasında süregelen gerginliklerin gerçek anlamında giderilmesi sürecinden söz edilebilmesi için tansiyon düşürücü adımların dengeli biçimde karşılıklı olarak atılıyor olması lâzımdır. Şayet gerçek böyle değilse ortada “yumuşama” süreci değil, başka bir şey var demektir!!!
- Trump’ın dönüşü ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerindeki belirsizlik
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler hakkında “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir” başlığı altında bir yazı kaleme almıştık. Yazı 18 Aralık 2020’de yayımlanmıştı. https://soyledik.com/tr/makale/8140/persembenin-gelisi-carsambadan-bellidir--em-buyukelci-tugay-ulucevik.html İlk paragrafta şöyle demiştik: “ ‘Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir’ atasözünü her dönemde Türkiye- Yunanistan ilişkilerinin geleceğinin tahmininde kullanmak mümkündür. Çünkü Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik emel ve hedefleri değişmezdir, bellidir. Bu gerçeği göz ardı edip Yunanistan ile dostluk için yola çıkılması çoğu kez aleyhimize sonuç vermiş; bizi hüsrana uğratmıştır. Gerçekten de Yunanistan’ın dostluğu aleyhimize istismar edebildiğinin somut örnekleri Türk – Yunan ilişkilerinin akışı içinde mevcuttur.” Yazının devamında şunlara yer vermiştik: “Yunanistan Başbakanı Tsipras Ekim ayı ortasında ABD’yi ziyaret etmiştir. Tsipras’ı 17 Ekim’de (2017) Beyaz Saray’da kabul eden ABD Başkanı Trump ortak basın toplantısında yaptığı uzun konuşmada Yunanistan’a övgüler yağdırmıştır. Yunanistan’ın ve Yunan Silâhlı kuvvetlerinin bölgesinde oynadığı önemli rolü vurgulamıştır. Yunan Hava Kuvvetleri’nin güçlendirilmesine ve F-16 savaş uçaklarının geliştirilmesine yönelik 2,4 milyar dolarlık bir proje için Kongre’den talepte bulunduğunu söylemiştir. Ciddi ekonomik ve malî sıkıntılar içinde bulunan Yunanistan’ın F-16’ların geliştirilmesi için 2,4 milyar dolarlık bir harcama yapması ve buna ABD’nin arka çıkması hayra alâmet değildir. Acaba Yunanistan geliştirilmiş F-16 savaş uçaklarını hangi düşmanına karşı kullanmak üzere bu projeyi uygulamaktadır? Bunun Yunan tarafına sorulmasında fayda vardır.” Aynı yazıda Trump’ın uzun konuşmasının ve sorulara verdiği cevapların ilgili bölümünden bazı alıntıları şu şekilde kaydetmiştik: “Başbakan ve ben, savunma, enerji, alım satım ve ticaret konuları da dahil olmak üzere, ülkelerimiz arasındaki işbirliği konusunda çok verimli bir görüşme yaptık. Souda Körfezi'nde ABD deniz kuvvetlerine nazik ev sahipliği yapan Başbakan ve Yunan halkına teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca Yunanistan'ı şu anda GSYİH’nin en az yüzde 2'sini savunmaya harcayan birkaç NATO ülkesinden biri olduğu için takdir ediyorum. Yönetimim ayrıca Kongre'ye F-16 uçağının geliştirilmesi (upgrade) için Yunanistan'a yapacağımız olası bir satış hakkında bilgi vermiştir. Yunan Hava Kuvvetlerini güçlendirmeye yönelik bu anlaşma 2,4 milyar dolara varan bir değere sahiptir ve binlerce Amerikalıya iş yaratacaktır. Yunanistan’ın bölgenin istikrarında büyük rolü olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Daha da güçleneceğini seziyorum. Çok istikrarlı insanlar…Yunanistan’ı askerî açıdan ve her bakımdan çok önemli görüyoruz. Yunanistan'a millet olarak büyük güven duyuyoruz. Ordularına oranla çok büyük işler yaptıklarından eminiz…uzun yıllar boyunca müttefikimiz olacaklarını biliyoruz. Yunanistan her zaman bizim için güvenilir bir müttefik oldu ve biz onlar için her zaman çok güvenilir olduk…Uzun yıllar istikrarlı biçimde dost kalacağız.” Basınımız Trump ve Tsipras’ın ortak basın toplantısında söylenenleri ve Yunanistan’ın silâhlanma çabasına girişmiş olması konusunu değil, Tsipras’ın Trump ile buluşmasından sonra Türkiye’nin AB üyeliğini Yunanistan’ın desteklediğine dair bir demecini ‘ Türkiye’nin AB rotasını destekliyoruz ’ şeklindeki başlıklarla Türk kamuoyunda Yunanistan hakkında olumlu kanaat uyandıracak şekilde haber yapmışlardır.” 4 yıl 1 ay önceki bu yazımız bugün için de geçerlidir. İlişkilerimizde gerginlik devam ederken 6 Şubat 2023 büyük deprem felâketinden sonra Türkiye ile Yunanistan arasında başlayan ve adına “yumuşama” denen süreç Yunan resmî şahsiyetlerinin demeçlerine göre Türkiye’nin Yunanistan’ı rahatlatan bazı tutumlarıyla (Türkiye’nin düzensiz göçü önlemesi, askerî uçaklarımızın adaların hava sahasını ihlâl etmemesi, Yunanistan’ın adalardaki egemenlik tasarruflarını sorgulamaması, Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’da gerginliğin ortadan kalkması, vs.) devam etmektedir. Ayrıca, 2017’de Yunanistan Başbakanı Tsipras’ı Beyaz Saray’da kabulünde “Yunanistan’ın bölgenin istikrarında büyük rolü olduğunu düşündüğümü söylemeliyim…Yunanistan’ı askerî açıdan ve her bakımdan çok önemli görüyoruz” diyen Donald Trump “Bidenopulos” veya “Bidenakis’in” yerine yeniden geçmiş bulunmaktadır. Dünya’da “savaşları sona erdirme” iddiasıyla işe başlamış olan “öngörülemez” Trump’ın Türkiye’yi Yunanistan ile kendisine göre bir barışa ve Kıbrıs’ta da çözüme zorlaması ihtimal dışı tutulabilir mi? Donald Trump ilk Cumhurbaşkanlığı döneminde dış politika alanındaki tutum ve davranışları bakımından, başta İsrail olmak üzere belirli istisnalar dışında, dünyada eleştirilere maruz kalmıştı. Eleştirilerde başlıca Trump’ın uluslararası barış ve güvenlik için tehdit teşkil ettiği, ilişkililerde belirsizliklere yol açtığı ve antlaşmaları hiçe saydığı belirtilmişti. Dünya Barış Vakfı Şubat 2017’de yayınladığı Bildiri’de, diğer hususlar meyanında, “ABD'nin mevcut Başkanının açıklamaları ve eylemleri göz önüne alındığında, ABD Başkanı Donald Trump'ı küresel barışa yönelik büyük bir tehdit olarak adlandırmak gibi eşi benzeri olmayan bir adım atmak zorundayız” ifadesine yer verilmişti. Kaynaklara geriye dönük olarak göz attığımız zaman Donald Trump’ın ilk Başkanlık dönemindeki dış politikasının belirgin vasıflarının başlıca öngörülemezlik, önceki uluslararası taahhütlere riayetsizlik, diplomatik anlaşmaları altüst etme, rakip ülkelerle siyasî ve ekonomik çatışma pozisyonunu benimseme olarak vurgulandığını görmekte ve çeşitli somut örneklerini hatırlamaktayız. Trump’ın ilk Başkanlığında Şubat 2017’de bir Bildiri yayımlayan Dünya Barış Vakfı, diğer hususlar meyanında, “ABD'nin mevcut Başkanı’nın açıklamaları ve eylemleri göz önüne alındığında, ABD Başkanı Donald Trump'ı küresel barışa yönelik büyük bir tehdit olarak adlandırmak gibi eşi benzeri olmayan bir adım atmak zorundayız” demişti Günümüzde de ABD ve dünya basınında Trump’ı uluslararası barış ve güvenlik için “tehdit” unsuru olarak gören yazılar okumaktayız. Bazı alıntıları zikrediyoruz: “Salı günü Mar-a-Lago'da düzenlenen basın toplantısında konuşan yeni ABD başkanı, Panama ve Grönland'la ilgili planları konusunda baskı yapıldığında askeri veya ekonomik baskıya karşı güvence vermeyi açıkça reddetti.” “Trump'ın Grönland ve Panama Kanalı Tehditleri Eski, Yanlış Yönlendirilmiş Dış Politikaya Bir Geri Dönüştür.” “Müdahaleci Monroe Doktrini'nin yeniden canlandırılması ABD dış politikasına ve küresel düzene derinden zarar verecektir.” “Küresel hukuk düzeni bir tür kolektif inanç eylemine dayanmaktadır. Bunun işe yaraması için ulusların kendi ilkelerinin diğer uluslar tarafından da kendi ilkeleri gibi önemseneceğine güvenmesi lâzımdır. Sistem bu bakımdan dolardan pek de farklı değil: Yalnızca onu kullananların çoğunun öyle olduğuna inandığı zaman ve yalnızca bu nedenle değerlidir. Donald Trump'ın yeniden Amerikan başkanlığına seçilmesinin küresel barış ve güvenliğe yönelik büyük bir tehdit olmasının nedeni budur. O, seçilmiş bir yetkili ve bir kişi olarak ilkeleri sürdürmeye değil, çiğnemeye kararlıdır. Doların değerini anlıyor ve takdir ediyor. Küresel hukuk düzeni mi? Pek değil.” Başkan Trump’ın göreve başlar başlamaz telefonla aradığı ilk yabancı kişinin Suudî Arabistan Veliaht Prensi olması, Trump’ın neye değer verdiğine, nasıl bir değer yargısına sahip olduğuna işaret etmektedir. Trump’ın, Grönland ve Panama Kanalı'nın kontrolünü ele geçirmek için askerî güç kullanma seçeneğini masada tuttuğunu ve Kanada'nın ABD'ye katılması için baskı olarak "ekonomik güç" kullanacağını söylemesinin, ayrıca Meksika Körfezi'ni yeniden adlandırmak istediğini açıklamasının BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesini gerektiren yeterli sebepler olduğunu düşünüyorum. Gazze’nin Filistinlilerden arındırılması teklifi de, Trump’ın ilk Başkanlık döneminde Kudüs’ü İsrail’in Başkenti olarak tanıması, ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıması ve İsrail’in Suriye’nin Golan tepelerindeki egemenlik iddiasını tanıması gibi Orta Doğu’da çatışmaları körükleyen, böylece barış ve güvenliği tehdit eden bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Trump’ın bu beyanları BM Yasası’nın menettiği “tehdit” unsurunu içermektedir. BM Yasası’nın 1’inci Maddesi’nin 1’inci fıkrası BM’nin temel amaçlarından birini ve birincisini “Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak...” şeklinde tarif etmektedir. Yasa’nın 2’nci Maddesi’nin 4’üncü fıkrasında “Tüm üyeler, uluslararası› ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar” hükmü yer alır. 39’uncu Madde’nin âmir hükmü “Güvenlik Konseyi, barışa yönelik herhangi bir tehdidin, barışın ihlalinin veya saldırı eyleminin varlığını tespit edecek ve uluslararası barışı ve güvenliği korumak veya yeniden tesis etmek için tavsiyelerde bulunacak veya 41. ve 42. maddeler uyarınca hangi önlemlerin alınacağına karar verecektir” şeklindedir. BM Yasası’nın 99’uncu Maddesi’nde “Genel Sekreter, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebileceğini düşündüğü herhangi bir konuyu Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunabilir” hükmü vardır. Bu konularda BMGS Guterres’e görev düşmektedir. Görüşüme göre Dünya’nın önüne “Beşlerden büyük olduğunu” gösterecek bir tarihî fırsat çıkmıştır. Başkan Trump’ın demeçleriyle tehdide maruz kalan Devletler durumu resmen BM Güvenlik Konseyi’nin dikkatine sunmalıdırlar. BM’de Âcil Özel Genel Kurul talebi yapılması tezekkür edilmelidir. Chatham House’da yer alan 15 Ocak günkü makalede şöyle denilmektedir: “Başkan Donald Trump'ın ABD diplomasisinin kurallarını yeniden oluşturma cüreti baş döndürücü bir hal almıştır. Amerika'nın dostlarına gümrük vergisi koyma tehdidi kötü bir zamanda gelmiştir. Birçok G7 ülkesinde büyüme durmuş durumdadır, devletler enflasyonla başa çıkmakta zorlanmaktadır ve gümrük vergileri ticarete bağımlı sektörlere zarar verecektir. Trump'ın jeopolitik kumarları kategorik olarak daha kötü. Ukrayna ve Tayvan gibi ABD'nin güvenlik yardımına bakan ülkeler zaten terk edilmekten korkmaktadır. Şimdi Grönland ve Kanada'ya, ABD'nin toprak iktisabı listesinde yer aldıkları bilgisi verildi. Meksika, Kanada ve Avrupa'daki ulusal liderler yeterli bir tepki gösterebilmek için çırpınıyorlar...”
- BMGS’nin “iyi niyet” treni “federasyona” gider
Tugay ULUÇEVİK, Büyükelçi (E) Giriş Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Tatar Ekim - Kasım 2020 döneminde KKTC Devleti için “federal çözüm” arayışının artık bittiğini ve KKTC’nin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefi doğrultusunda politika güdeceğini açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan diplomasi hamlesine çekincesiz tam destek vermişti. İki Cumhurbaşkanı bu hamlenin gerekçelerini de açıklamışlardı. Geçen 4 yıl 3 ay içinde her iki devletin Liderleri, devlet adamları kararlı ifadelerle “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefine desteklilerini sürdürmüşlerdir. Tatar – Fidan Buluşması KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Tatar’ın ve Dışişleri Bakanımız Fidan’ın 8 Ocak’ta Lefkoşa’da basın toplantısında dile getirdikleri içinde hamaset de bulunan karşılıklı ifadeler, KKTC’nin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” siyasetinin ilân edildiği günden itibaren son 4 yıldır işittiğimiz söylemden farklı bir içerik ve mahiyet taşımamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 2025 içinde sona erecektir. Muhtemelen önümüzdeki Ekim ayında KKTC’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılacaktır. Sayın Dışişleri Bakanı Fidan’ın KKTC’ni ziyaretinin ana amacından birinin Sayın Tatar’a Türkiye’nin desteğini göstermek olduğu düşünülebilir. Diğer amacın da önümüzdeki dönemde 17 – 19 Mart’ta İsviçre’de BMGS’nin sürmekte olan “iyi niyet görevi” çerçevesinde Kıbrıs konusunda plânlanmış bulunan muhtemelen 5+1 sözde gayrıresmî toplantı hakkında iki Devlet arasında istişare yapmak olduğu da söylenebilir. Erdoğan’ın “KKTC’ni tanıyın” çağrıları Hatırlanacağı üzere, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022 Eylül ayında BM 77. Genel Kurulu’nda milletlerarası camiaya KKTC’ni “resmen tanıyın” çağrısını yaptı. Bu çağrıyı BM Genel Kurulu’nun 78. ve 79. dönem toplantılarında da tekrarladı. Söylemler eyleme dönüşmedi Bununla beraber, bir sade vatandaş olarak dışarıdan bakınca görebildiklerimin ifadesi mahiyetinde isteksizce söylemem gerekirse, aradan geçen 4 yıl 3 ay zarfında, KKTC’de ve Türkiye’de “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefi hakkındaki resmî söylemleri diplomasi sahasında destekleyen, böylece kararlılığımızı pekiştiren somut bir adım atılabilmiş değildir. KKTC Meclis’inden destek yok KKTC Cumhuriyet Meclisi’nden “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefine destek beyan eden bir kararın veya bildirinin çıkması mümkün olamamıştır. KKTC’de ana muhalefet Partisi’nin GKRY’deki komünist AKEL Partisi ile olan ilişkileri ve bağlantıları bilinmektedir. Bu olgu KKTC’deki muhalefetin KKTC’nin egemen devlet olarak yaşatılması hamlelerine mesafeli durmalarının başlıca sebeplerinden biridir. BMGS’nin “iyi niyet” misyonu “eski tas eski hamam” misali KKTC’nin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hamlesini yapmasından bu yana KKTC’nin diplomasi sahasında yaptığı uygulamalar “eski tas eski hamam” misali tecelli etmiştir. KKTC Hükûmeti, BMGS’nin hedefi “iki toplumlu, iki kesimli ve BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) tarif ettiği şekildeki siyasî eşitlik temelinde federal çözüm” olan “iyi niyet” görevi çerçevesinde kalmaya devam etmiştir. KKTC BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde Ada’daki taraflarla yürüttüğü bütün diplomatik temas ve görüşmelere katılmayı sürdürmüştür ve sürdürmektedir. “Gayrıresmî” etiketi göz boyamadır BMGS Kıbrıs’taki iki lider arasında ve zaman zaman 5+1 esasında düzenlediği görüşme ve faaliyetlere “gayrıresmî” etiketini yapıştırarak adeta “göz boyama” hileleri yapmaktadır. Oysa BMGS 2020’den bu yana BMGK’ne sunduğu 18 raporda da “Kıbrıs Türk tarafıyla” veya “Kıbrıs Türk toplumu Lideriyle” kendisinin ve mesai arkadaşlarının yaptığı, gayrıresmî olanlar da dahil, her görüşmeyi, buluşmayı, karşılaşmayı, hattâ nezaket icabı el sıkışmayı BMGK’nin kendisine 1975’te tevdi ettiği “iyi niyet görevi” çerçevesinde gerçekleşen faaliyetler olarak takdim etmektedir. BMGS’nin raporlarında çözüm arayışı sürüyor tablosu Bu raporlar BM sistemi içinde İngilizce, Fransızca, Rusça, Çince, İspanyolca ve Arapça yayınlanmaktadır. Yani, bu raporları dünyada milyarlarca insan kendi ana dilinde okuyabilmektedir. Bu raporların ortaya koyduğu tablo Kıbrıs uyuşmazlığına çözüm arama çalışmalarının BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesinde devam ettiği şeklindedir. Bu tablo milletlerarası camianın diplomasideki reflekslerle “pişirilmekte olan aşa su katmayalım” düşüncesiyle Türkiye’nin “KKTC’ni resmen tanıyınız” çağrısını dikkate almazdan gelmeleri ağır basan bir ihtimaldir. BMGK’nin ve BMGS’nin amacı KKTC’nin hamlesini önlemek BMGK’nin ve BMGS’nin amacı, Avrupa kıtasında ve Orta Doğu’da yaşanmakta olan savaşlar ve çeşitli bölgelerdeki gerginlikler döneminde KKTC’nin ve Türkiye’nin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefi istikametinde ilerleme sağlamasını, ABD ve AB’nin Türkiye’ye yapacağı baskılarla, önlemeye çalışmaktır. “Başkaları ne der, muhalefet ne der” dememeli Dış politikanın uygulanmasında “başkaları ne der ne yapar” düşüncesi, kaygısı hâkim olursa, millî menfaatler istikametinde yürünmesi zorlaşır, imkânsızlaşabilir. KKTC’de belirli bir muhalefet cephesi, sözde GKRY’ne toplum olarak yamanmak suretiyle adı “federasyon” kendi “gerçek federasyon olmayan” bir çözüm yoluyla, kapağı, Türkiye’nin de tam üye olarak yer almadığı AB’ne atma hülyası içindedir. Bu sebeple KKTC’nin BMGS’nin iyi niyet görevi çerçevesinde kalmasını ve Cumhurbaşkanı Tatar’ın BMGS’nin her girişiminin içinde olmasını istemektedirler. Tatar’ın “egemen eşitlik” ve “iki devletli çözüm” söyleminden rahatsız görünmektedirler. Cumhurbaşkanı Tatar’ın bu söylemiyle “Kıbrıs Türk toplumunun tecridini derinleştirdiğini” iddia etmektedirler. Muhalefetin amacın KKTC’deki seçim yılında Tatar’ı siyasî baskı altına alarak KKTC’nin tanınması yönünde yapılması gereken somut hamleleri önlemek olduğunu değerlendiriyorum. KKTC muhalefeti bu yaklaşımıyla GKRY ve önde gelen Batılı çevrelerle amaç birliği içinde hareket ediyor olmaktadır. Dünya işine geldiği gibi hareket ediyor Bu durum bana ABD’nin ve AB’nin Annan Plânı döneminde KKTC’deki Aralık 2003 Genel Seçiminde KKTC’de Plân’ı savunan muhalefete destek verdiğini hatırlatmaktadır. Bu husus ABD’de Kıbrıs konusunda Kongre’ye sunulan yıllık raporlarda kayıtlıdır. [i] Günümüzde İsrail’in yaptıklarına bakınız! İsrail kendi kısır menfaatleri için “soykırım” yapıyor. Dünya bir şeyler diyor ama ne yapabiliyor? Soykırım yapanı alkışlayan ABD Kongresi’nin üyeleri “dünya bize ne der ne düşünür, imajımız ne zarar görür” diyorlar mı? Günümüzde BMGS’nin bizzat kendisi son iki yıldır “BMGK’nin Konseyi’nin felç olduğunu, etkisizleştiğini” söylemiyor mu? Demokrasi şampiyonluğu yapan ABD halkı 4 yıl önce ABD Kongresine yapılan baskını alkışlayan, dış politikadaki söylem ve eylemleri sebebiyle “dünya barış ve güvenliği için tehdit” olarak görülen Trump’ı yeniden Başkan seçmedi mi? Yeniden seçildikten sonra Trump “Kanada’nın bir eyalet olarak ABD’ne katılmasını talep etmedi mi? Danimarka’dan Grönland’ı kendisine parayla satmasını istemedi mi? Panama kanalını geri alacağını açıklamadı mı? Bu hedeflerini tahakkuk ettirtebilmek için gerekirse “ekonomik ve askerî güç kullanılabileceğini” ihsas etmedi mi? Devletler günümüzde kendi işlerine geldiği durumlarda bir devletin “terör örgütü” dediği veya BMGK’nin “terör örgütü” tasnifinde yer alan silâhlı örgütlerle işbirliği yapmakta beis görüyor mu? “Etkisini kaybetmiş” ve “felç olmuş” BMGK’nin 1975’te aldığı tek yanlı kararla BMGS’ne Kıbrıs’ta federal çözüm için verdiği “iyi niyet görevi” çerçevesinde kalmayı KKTC neden sürdürmektedir? Eski filmler vizyonda Sayın Tatar 2020 Ekim ayında KKTC Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra BMGS’den gelen GKRY Lideri ile buluşma ve 5+1 toplantı teklifleriyle karşılaştı. O dönemde kaleme aldığımız “BM Yapımı Eski Film Vizyona Konulmaktadır” [ii] ve “Kıbrıs'ta Aynı Hatalar Yapılmamalı” [iii] başlıklı benzer muhtevalı yazılarda, diğer hususlar meyanında şu görüşümüze de yer vermiştik: “...Sayın CB TATAR, 5’li Konferansa katılmayı da kabul ettiğini açıklamış. Ancak Sayın CB Tatar şunu bilmelidir ki, şimdiki haliyle o masadaki tezgâhtan sadece, adı “federasyon”, kendi “mahalli muhtariyetten” farklı olmayan; Türkiye’nin etkin ve fiili garantilerinin en iyi ihtimalle sulandırıldığı ve Cumhurbaşkanı seçildiği kendi Devleti’nin de lağvedilmesi sonucunu doğuran bir çözüm şekli çıkar. Ayrıca, böyle bir çözüm halinde de Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yamanarak AB’ne katılmış olacağı için, içinde Türkiye’nin yer almadığı AB ile bütünleşmiş olur. Yani Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Denktaş’ın ‘ben Türkiyesiz Cennet’e bile girmem’ diyerek reddettiği Türkiyesiz AB’ne giriş tahakkuk etmiş olur... BM’nin Kıbrıs müzakere masasına oturduktan sonra masayı devirmek kolay hattâ mümkün değildir... Barış çağrısı, barış politikasına ‘evet’ ama, Sayın Tatar KKTC Cumhurbaşkanı olarak davet edilmeden ve BMGS’nin iyi niyet görevi KKTC olgusuna, gerçeğine göre yeniden tarif edilmeden, eski parametreler sıfırlanıp KKTC gerçeğine uygun yeni parametreler belirlenmeden masaya oturulmasıyla teslimiyetin ilk adımı atılmış olur...” BMGS “Ben BMGK ne derse onu yaparım” diyor Nitekim BMGS Guterres 28 Ocak 2021 günü New York’ta BM Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısında Anadolu Ajansı muhabirinin bir sorusu üzerine şöyle demiştir: “Benim BM’nin müzakerelere katılımı çerçevesinde bir görevim var. Bu görev, bildiğiniz gibi, açık biçimde iki kesimli, iki toplumlu çözüm hakkındadır...” BM parametreleri federal çözüm için Filhakika, Güvenlik Konseyi BMGS’nin Kıbrıs hakkındaki iyi niyet görevine ilişkin talimatı düzenlerken iki toplum ihtiva eden bir (one) Kıbrıs Devleti’nin mevcudiyetine dayalı çözüm öngörmüştür.” BMGK’nin ilgili kararında “Kıbrıs Devleti” ibaresinde baş harfler büyük harfle yazılıdır. Kastedilen sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’dir” BM’nin resmî kaynaklarında Kıbrıs sorununun çözümü için BMGS’ne verilen görev hakkında “…iyi niyet görevinin ifasında güdülen hedef, Kıbrıs Devleti için, Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki ilişkileri federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasadır” ifadesi yer alır. Zikrettiğimiz bu tarifler, ifadeler, BMGK’nin 11 Ekim 1991 tarihli ve 716 sayılı kararıyla benimsemiştir. 716 sayılı Karar’da ayrıca Kıbrıs sorunu için aranan çözümün temel ilkeleri şu şekilde ifade edilmiştir: “…Kıbrıs (sorununun) çözümünün temel ilkeleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve bağlantısızlığının (korunması) ve bütün olarak veya kısmen herhangi bir ülkeyle birleşmesinin ve taksiminin her şeklinin veya ayrılmanın (önlenmesi) ve Kıbrıs’ta Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarının refah ve güvenliğini iki toplumlu ve iki kesimli federasyon içinde sağlayacak yeni bir anayasa düzeninin kurulmasıdır.” BM’nin döşediği raylar federal çözüm yönünde Bu izahattan anlaşılacağı üzere, KKTC’nin ve Türkiye’nin “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefine yönelmeleri ve “bundan böyle çözüm arayışının artık Ada’daki iki egemen halkın bağımsız devletleri arasındaki müzakere ile yapılabileceğini” açıklamaları, Türk tarafının Kıbrıs uyuşmazlığının çözümü için BM zemininde BMGS’nin 1975’te üstlendiği “iyi niyet” rolünden yararlanmasını imkânsız kılmıştır. Yaralanmaya devam olunması söylemle eylem arasında sakıncalı bir tenakuz oluşturmuştur. Yapılan hamlede inandırıcılığı yok etmiştir. Çünkü, Kıbrıs uyuşmazlığına çözüm aranması için BMGK’nin 1975’te döşediği yolda kullanılan BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesindeki “toplumlararası görüşmeler” aracı, engellerle karşılaşmadan ilerleyebilse bile, varacağı son nokta “iki toplumlu, iki kesimli federasyon” olacaktır. Yani, sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” içinde yapılacak yeni anayasal düzenlemeyle ortaya çıkacağı hayal edilen ve Ada’ya BMGK kararlarıyla yukarıdan aşağıya indirilen bir sözde “federasyon”! BMGK’nin 2020 Ekim’den sonraki kararları ne diyor? KKTC’nin “egemen eşitlik” ve “iki devletli çözüm” açıklamasından sonra BMGK 6 karar kabul etti. Bun kararların hepsinde “federal çözüm” öngörüldü. Karaların giriş ve işlem paragraflarında şu hüküm yer aldı: “Başta 1251 (1999) sayılı karar olmak üzere, Kıbrıs'la ilgili tüm kararlarını yeniden teyit eder ve 716 (1991) sayılı kararının 4. işlem paragrafında tarif edilen şekildeki siyasi eşitliğe sahip iki toplumlu, iki kesimli bir federasyona dayanan kalıcı, kapsamlı ve adil bir çözüme ulaşmanın önemini hatırlatır.” KKTC BMGS’nin “iyi niyet görevini” sorgulamış değildir. Bu gerçeklere rağmen KKTC Ekim 2020’den sonra geçen 4 yılı aşkın süredir BMGS’nin 1975 modeli “iyi niyet görevini” sorgulamış değildir. BMGS’nin “iyi niyet görevinin” iki tarafından biri olarak kalmaya devam etmiştir. BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesindeki iki veya çok taraflı temasları sürdürmüştür. Ada’daki “iki toplumu” müstakbel federal çözüme alıştırmak, “iki toplum” arasında yakınlaşmayı ve kaynaşmayı bu maksatla kolaylaştırmak için BM’nin ve AB’nin siyasî ve parasal katkılarıyla kurulmuş bulunan bütün “iki toplumlu” yapılar içinde kalmış, faaliyetlere katılmayı sürdürmüş ve sürdürmektedir. KKTC, BMGK’nin tek yanlı bir kararına dayanarak BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesindeki “iki toplumlu” faaliyetler hakkında “güncelleme” bildirimlerinde de bulunmaktadır. Bu yazılı bildirimler BMGS’nin devrevî raporlarının eki olarak yayımlanmaktadır. Bütün dünyada okunmaktadır. BMGS’nin raporlarından alıntılar KKTC’nin Ekim 2020’de “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm hamlesini yapmasından bu yana BMGS BMGK’ne “iyi niyet görevi” ve “BM’nin Kıbrıs’taki koruma faaliyeti” hakkında 18 rapor sunmuştur. 6 dilde dünyada okunan bu raporlarda BMGS Kıbrıs’ta çözüm arayışının “iyi niyet görevinin” çerçevesinde, yani “federal çözüme yönelik olarak” sürdüğünü başlıca şu ifadelerle tebarüz ettirmiştir: ● “Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve ilgili BMGK kararlarına uygun olarak Kıbrıs'ta kapsamlı bir çözüm.” ● “Kıbrıs müzakerelerinde Birleşmiş Milletler parametrelerini belirleyen ilgili BMGK kararları Genel Sekreter olarak, bana rehberlik ediyor. ● “BMGK, yaklaşık 50 yıldır aldığı çok sayıda kararla Kıbrıs adasında tek egemen devletin bulunduğunu açıkça ortaya koymuştur”. ● Kıbrıs'ta Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve ilgili BMGK kararlarına uygun olarak kapsamlı bir çözüm. ● “Yeşil Hat Yönetmeliği’nin uygulanmasında memnuniyet verici bir gelişme de Kıbrıs Türk toplumunda üretilen hayvansal kökenli olmayan işlenmiş gıdalar ve gıdayla temas eden ambalaj malzemeleri üzerindeki yasağın Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından bazı hatlarda kaldırılmasıdır.” (Sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” bütün Ada üzerindeki egemen olduğu iddiasını destekleyen bir ifade, 5 Temmuz 2023 tarihli ve 498 sayılı Rapor). ● BMGS raporlarında “benim iyi niyet görevim” (my mission of good offices) ibaresine defalarca yer vermeğe özen göstermektedir. BMGS’nin son Ocak 2025 raporu da “BM parametreleri” diyor BMGS “iyi niyet görevi” hakkında BMGK’ne sunduğu 14 Ocak 2025 tarihli raporda da çözüm arayış çalışmalarının “federal çözüm” istikametinde olduğunu 43. Paragrafta şu ifadeyle ortaya koymuştur: “Barışçı bir çözüm yolu arayışında taraflarla ve Garantör güçlerle kararlılıkla sürdürmekte olduğum temas ve diyalogda Birleşmiş Milletler parametrelerini belirleyen ilgili Güvenlik Konseyi kararları bana rehberlik etmeye devam ediyor.” BMGS “federal çözüm” kavramını kullanmadan çözüm arayışının “federal çözüm” istikametinde olduğunu “BM parametrelerini belirleyen ilgili BMGK kararlarına” atıf suretiyle ortaya koymuştur. Bilindiği gibi ilgili BMGK kararları “federal çözüm” öngörmekte ve “parametreleri” de buna göre belirlemiş bulunmaktadır. BMGS’nin Ocak 2025 raporunun ortaya koyduğu tablo BMGS’nin “iyi niyet” görevine dair 14 Ocak 2025 tarihli son raporunun içeriği basın yayın organlarımızda yer almadı. Bazı paragraflarını Türkçe’ye çevirerek kamu oyumuzla paylaşmak istiyoruz. Dünyanın büyük çoğunluğunun kendi dilinde okuyabildiği raporun Kıbrıs’ta çözüm arayışı hakkında ortaya nasıl bir tablo koyduğunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyoruz: “2. Rapor, 13 Haziran 2024'ten 11 Aralık 2024'e kadar olan gelişmeleri kapsıyor. Kıbrıs Özel Danışman Yardımcısı Colin Stewart'ın liderliğinde Genel Sekreter'in iyi niyet misyonu tarafından yürütülen faaliyetlere ilişkin bir güncelleme sunuyor. Raporda ayrıca Genel Sekreterin taraflarla ilişkileri de yer alıyor.” “3. Görevini Temmuz ayında tamamlayan Kıbrıs'taki Kişisel Temsilcisi María Ángela Holguín Cuéllar'ın çalışmalarına dayanarak, Genel Sekreter iki lider ve garantör Güçler olan Yunanistan, Türkiye ve Büyük Britanya Birleşik Krallığı ile temasa geçti ve Kuzey İrlanda. Bu görüşmelerin ardından Kıbrıs Rum lideri Nikos Christodoulides ve Kıbrıs Türk lideri Ersin Tatar'ı 15 Ekim'de New York'ta resmi olmayan bir akşam yemeğine davet etti.” “4. Liderler, ileriye yönelik yolu tartışmak üzere yakın gelecekte Genel Sekreter'in himayesinde daha geniş bir formatta gayrı resmi bir toplantı yapılması konusunda anlaştılar. Ayrıca yeni geçiş noktalarının açılması olasılığını araştırmak üzere Kıbrıs'ta buluşma konusunda da anlaştılar. Dönem boyunca iki taraf, Birleşmiş Milletler'in himayesinde bu özel konuyu tartışmaya başladı.” “5. 15 Ekim'deki gayrı resmi toplantı adanın her iki tarafında da memnuniyetle karşılandı ve Kıbrıslılar arasında, iki Kıbrıslı lider arasında Kıbrıs sorunuyla ilgili diyaloğa dönüş yönünde ilerleme kaydedilebileceğine dair umutları artırdı. Yeni geçiş noktalarının açılması ihtimali her iki toplumda da memnuniyetle karşılandı. Ayrıca, garantör güçlerin de dahil olduğu daha geniş bir formatta yapılacak gayrı resmi toplantı, barış sürecine yeniden odaklanılmasını sağladı ve Kıbrıs meselesinin esaslı yönlerine ilişkin kamuoyunda tartışma ve spekülasyonları ateşledi.” “6. Garantör güçler Yunanistan ve Türkiye, liderler düzeyinde düzenli toplantılar da dahil olmak üzere çeşitli düzeylerde ilişkileri geliştirmeye devam etmiştir. İki başkent, ilişkilerini güçlendirmeye devam etme konusundaki kararlılıklarını defalarca yinelemiştir. Kıbrıs meselesi bağlamında barış sürecine yapıcı destek vermelerinin kritik olduğu göz önüne alındığında, bu yakınlaşma cesaret vericidir.” “7. Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk siyasi parti temsilcilerinin Slovakya Büyükelçiliği himayesinde gerçekleşen toplantılar, ada genelinden 15 partinin katılımıyla raporlama döneminde de düzenli olarak devam etmiştir. Siyasi partiler ortak bildirilerinde siyasi atmosferin iyileştirilmesinin, gerilimin düşürülmesinin ve müzakere masasına dönülmesinin gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Katılımcılar, her iki toplumun liderleri tarafından yeni girişimlerde bulunulması halinde tatmin edici olmayan mevcut statükonun üstesinden gelinebileceğine inandıklarını ifade etmişlerdir. Özel Danışman Yardımcısı, mevcut siyasi durumu, Kıbrıs barış sürecinin bağlamını ve güven artırıcı önlemleri tartışmak üzere 23 Ekim'de iki tarafın katıldığı bir toplantıda hazır bulunmuştur.” “8. İsveç Büyükelçiliği himayesindeki Kıbrıs Dinî Yolu barış süreci çerçevesinde, başta adanın her iki tarafında yaşayan çeşitli dinî toplulukların liderleri, özellikle Hıristiyan ve Müslüman liderler ve inanç temelli kurumlar arasındaki işbirliğinin daha da geliştirilmesi için çaba gösterilmeye devam edildi.” “9. Önceki rapor döneminde sivil toplum gruplarının faaliyetlerinde kaydedilen artış 2024'ün sonuna kadar devam etti. Birçok kişi müzakerelerin yeniden başlaması ve yeniden birleşme ve yeni geçişlerin açılması çağrısında bulundu. Süren hayal kırıklığına ve temel şüpheye rağmen müzakere yoluyla bir çözüm mümkün olmaya devam etti”. “10. Son olarak iki lider, 10 Aralık'ta (2024) Lefkoşa'da Özel Danışman Vekil’inin ev sahipliği yaptığı yıl sonu resepsiyonunda da gayri resmî bir araya geldi.” “11. Genel Sekreterin iyi niyet misyonu, ada içi teması, işbirliğini ve güven inşasını teşvik etmiş ve misyonun faaliyetleriyle ilgili olarak uluslararası ortaklarla etkileşime geçmiştir. (BMGS’nin) Özel Danışman Vekili, iki lider (Kıbrıs Türk ve Rum) ve temsilcileri, siyasi partiler, dinî liderler, kadın ve gençlik grupları dahil sivil toplum kuruluşları, Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve diplomasi camiası ile 54 toplantı gerçekleştirmiştir. Bunların yanı sıra, BM üyesi devletlerin üs düzey memurlarını başkentlerde ziyaret etmiştir.” “12. Her iki tarafın temsilcileriyle diyalog, Özel Danışman Vekil’inin Kıbrıslı Rum müzakereci ve Kıbrıslı Türk özel temsilcisi ile düzenlediği toplantılar, Genel Sekreterin iyi niyet misyonu çerçevesinde teknik komitelerin Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum koordinatörleriyle düzenlenen toplantılar ve 12 teknik komitenin Birleşmiş Milletler kolaylaştırıcıları tarafından komitelerde temsil edilen her iki toplumdan üyelerin katıldığı toplantılar şeklinde üç düzeyde devam etmiştir.” “13. Teknik Komite’nin çalışmalarını desteklemek, karşılıklı çıkarları ilgilendiren başkaca konuları görüşmek ve 15 Ekim’de BMGS’nin düzenlediği gayrıresmî yemekten sonra tarafların geçişler hakkındaki görüşmelerini desteklemek amacıyla Özel Danışman Vekili, Kıbrıs Rum Müzakereci ve Kıbrıs Türk Özel Temsilci arasında hemen hemen her hafta toplantılar yapılmıştır. Genel Sekreterin iyi niyet misyonu tarafından kolaylaştırılan bu düzenli toplantılar teknik komitelere siyasi rehberlik sağlanması, endişe verici konuların ele alınması ve projelerin ve girişimlerin sürekli uygulanmasının teşvik edilmesi bakımından taraflar için yol gösterici olmuştur.” “14. İlk olarak 2008 yılında iki toplumun liderleri tarafından barış süreci bağlamında Kıbrıslıların günlük yaşamlarını iyileştirmek amacıyla oluşturulan teknik komiteler BMGS’nin misyonunun himayesinde toplanmaya ve çalışmaya devam etmiştir. İki toplum arasında diyalogun ve işbirliğinin sürdürülmesini, karşılaşılan meydan okumaların ve önemli ortak konuların ele alınmasını sağlamak üzere BM Barış Gücü’nün desteğiyle iyi niyet misyonu komitelerin işlerinin eş güdümünü sağlamış ve kolaylaştırmıştır.” “15. Yaz dönemindeki olağan yavaşlamaya rağmen Teknik komiteler faaliyetlerine yapıcı biçimde devam etmiştir. Tüm komitelerde toplamda yaklaşık 100 toplantı gerçekleştirilmiştir. Bazı komitelerde, örneğin yayıncılık, toplumsal cinsiyet eşitliği, insani konular ve kriz yönetimi konularındaki komitelerde gecikmeler yaşanmışsa da diğerlerinde, çevre, kültürel miras, kültür ve geçişler komitelerinde yeni girişimler yapılmış ve/veya her zamanki işler korunmuştur.”” BMGS Dünyaya “pişmiş aşa su katmayın” mesajı veriyor BMGS’nin Raporu 44 paragraftan oluşmaktadır. Yukarıdaki alıntılar BMGS’nin Kıbrıs konusunda dünyada “Kıbrıs uyuşmazlığı için çözüm arayışı benim iyi niyet görevim çerçevesinde sürüyor. İki toplum birbiriyle kaynaşıyor” algısını yaratma amacını güttüğünü ortaya koymaktadır. BMGS’nin çizdiği bu pembe tablo ile dünyaya “işler yolunda gidiyor; bu aşamada KKTC’nin ve Türkiye’nin ‘KKTC’nin tanınması’ çağrılarına cevap verip pişmiş aşa su katmayın” mesajını vermektedir. GKRY’nin silâhlanma faaliyetlerinden, GKRY’deki çözüm aleyhtarı tutum ve davranışlardan raporlarda söz edilmemektedir. Genel fotoğrafın ortaya koyduğu tabloyu böyle okumaktayız. [i] Carol MIGDALOVITZ, CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues, June 27, 2006, p.19 http://www.fas.org/sgp/crs/mideast/IB89140.pdf [ii] https://soyledik.com/tr/makale/8125/bm-yapimi-eski-film-vizyona-konulmaktadir--em-buyukelci-tugay-ulucevik.html [iii] https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/kibrista-ayni-hatalar-yapilmamali-tugay-ulucevik-1776056
- BİR HATIRA PULUNUN ATATÜRK VE İNÖNÜ DÖNEMLERİNDEKİ DIŞ POLİTİKAMIZ HAKKINDA HATIRLATTIKLARI, DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
12 Mart 2020 Tugay ULUÇEVİK GİRİŞ Değerli araştırmacı ve yazar, özellikle Ermenilerin sözde “soykırım” iddia ve iftiralarını belgelere dayanarak çürüten eserleri olan Mehmet Arif Demirer Ankara Koleji’nden arkadaşımdır. Ortaokul ve lise yıllarında birlikte izcilik yapmıştık. Zaman zaman ülkemizle ilgili konular ve sorunlar hakkında görüş alışverişinde bulunuruz. Son bir sohbetimizde bana Türkiye’de 15 Temmuz 1939 tarihinde yayınlanmış olan bir hatıra pulu serisinden söz etti. “Amerika Birleşik Devletleri İstiklâlinin 150. Yıldönümü Hatırası” pulları. 6 adet puldan oluşan bir seri. [i] Devletlerin, özellikle aralarında yakın dostluk ilişkileri olanların, birbirlerinin mutlu ve şerefli günlerinin sevincini paylaşmaları çerçevesinde, o günlerin anısına hatıra pulu bastırmaları uygulaması öteden beri vardır. Bu uygulama, devletlerarası münasebetlerde devletlerin karşılıklı olarak “iyi muamelede bulunma”, birbirleriyle “güzel ve hoş geçinme” arzularının bir ifadesi olarak teamül (gelenek) şeklinde kendini gösterir. Devletler hukukunda eski dilde rastlanan “mücâmele-i düvelliye” veya “mücâmele” kavramları devletler arasındaki bu çeşit davranış biçimini ifade eder. Filateli (pulculuk) kataloglarına baktığımız zaman günümüzde de Türkiye’nin çeşitli yabancı devletlerle ortak hatıra pulları çıkardığını veya önemli uluslararası günlerin veya olayların anısına pul bastırdığını görüyoruz. Bununla beraber, ABD’nin bağımsızlığının 150. Yıldönümünü kutlamak için Türkiye’nin 1939’da çıkardığı hatıra pulu serisini olağan bir hatıra pulu yayınlama olayı olarak algılanmasının eksik ve hattâ yanlış değerlendirmeye sebep olacağı görüşündeyim. Bu pul serisi, hem hedefi, temel ilkeleri ve öncelikleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmiş ve uygulanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının nitelikleri bakımından olduğu kadar, yayınlandığı dönemin dış siyasî şartları bakımından da anlam ve önem taşımaktadır. Bahis konusu hatıra pulu serisi Ulu Önderimiz Atatürk’ün ebediyete intikalinden 7 ay sonra yayınlanmıştır. Bu olguyu, dış politikamızın Atatürk’ten sonra da esas itibarıyla O’nun zamanında belirlenmiş olan şekil ve nitelikleriyle sürdürüldüğünün somut kanıtlarından biri olarak görmekteyim. Konuyu üç perspektiften değerlendirmek istiyorum: I. Atatürk’ün dış politikasının nitelikleri ve başlıca uygulamaları; II. Atatürk’ün döneminde, özellikle Roosevelt’in başkanlığı sırasında Türk – Amerikan ilişkileri; III. İnönü dönemindeki dış politikamızın ve hatıra pulunun çıkarıldığı 1939 yılının genel dünya şartları bakımından özellikleri. “Atatürk dönemi” 19 Mayıs 1919’dan 10 Kasım 1938’e kadar uzanan 19 yılı kapsamaktadır. O’na ATATÜRK soyadı TBMM tarafından 24 Kasım 1934 tarihinde verildi. İstiklâl Savaşımızı ve ilk 11 yılında da Devletimizi “Gazi Mustafa Kemâl” olarak yönetmişse de, ben sunumumda, başlangıçtan itibaren Büyük Önderimizin ismini ATATÜRK olarak zikredeceğim. Çünkü, ben O’nun Milletimiz için ATATÜRK olarak dünyaya geldiğine inanmaktayım. Dış politika söz konusu olduğunda Atatürk döneminin şu üç ayrı devrede irdelenmesinin amaca daha uygun olacağını düşünüyorum: 1.Millî Mücadele; 2.Lozan Barış Konferansı; 3. Türkiye Cumhuriyeti devresi. Çünkü, genel ilkeler ve temel nitelikler aynı olmakla beraber, dış politikada takınılmış olan tutumların, yapılan uygulamaların her devrenin kendine özgü şartlarından kaynaklanan sebep ve saikleri ve uygulanış şekilleri olabilmektedir. I. ATATÜRK DÖNEMİNİN DIŞ POLİTİKASININ NİTELİKLERİ VE BAŞLICA UYGULAMALARI 1. Dış politikanın nitelikleri: A. Millî Dış Politika : Millî Mücadele yıllarındaki ve sonrasındaki Atatürk’ün dış politikasının en başta gelen ayırıcı niteliği (eski dilde “fârik vasfı”) “millî” olmasıdır. Atatürk Büyük Nutuk’ta “ Türkiye'nin, Türk milletinin takip etmesi lâzım gelen siyasi prensip ” hakkındaki görüşünü şu sözlerle açıklamıştır: “ Bizim kendisinde açıklık ve tatbik kabiliyeti gördüğümüz siyasî meslek (okul, ekol, öğreti), millî siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları ve asırların beyinlerde ve karakterlerde biriktirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir…. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim mânâ ve öz şudur: Milli sınırımız dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanarak mevcudiyetimizi muhafaza ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve bayındırlığına çalışmak ... Rastgele sonu gelmez emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara uğratmamak ... Medeni cihandan, medeni ve insani muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir. ” [ii] B: Barışçı Dış Politika: Millî Mücadelemizin başlamasıyla birlikte izlenen ve kurucu irade tarafından Türkiye Cumhuriyeti için de belirlenen dış politika, tarih bilinci içinde hedefi açık olarak belli, akılcı, gerçekçi, dengeli, devletler arasında egemen eşitlik ve “ahde vefa” [iii] ilkesine saygılı; güvenilir, öngörülebilir, inandırıcı, diyaloga açık ve “barışa” yönelik olmuştur. C. Sadece Millî Menfaatlere Yönelik Dış Politika: Atatürk’ün dış politika anlayışında ve uygulanmasında iç siyaset kaygılarına, güdülerine, hamasete ve maceracılığa yer verilmemiştir. Dış politikamız siyasî, tarihî, dinî vs. dogmalardan, ön yargılardan, saplantılardan arındırılmış ve tarih bilincine sahip olarak sadece millî menfaatlerimize uygun hedeflere yöneltilmiştir. Bu gerçeğe, değerli meslek Büyüklerimden merhum Büyükelçi Aptülahat Akşin “ Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri Ve Diplomasisi ” adlı eserinde şu ifadelerle işaret etmiştir: “ (Atatürk) duygularıyla değil belki gerçeklere bakarak, ülkenin genel menfaatlerine uygun gördüğü yolda davranmasını bilen bir devlet adamı idi. ” [iv] D. Eşitlik İlkesi Atatürk’ün dış politika için nazarî plânda savunduğu ve uluslararası ilişkiler uygulamalarında hassasiyetle gözettiği temel ilkeler arasında “eşitlik” başta gelmiştir. Emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti’ne kabul ettirdiği kapitülasyonların sonuçlarının ıstırabını yaşamış bir vatansever olarak, Milletimize ve Devletimize uluslararası camiada eşitlik esasına göre kayıtsız ve şartsız egemenliğini ve bağımsızlığını kazandırmak O’nun için tutku ve ülkü olmuştur. Misak-ı Millî’nin lafzen ve ruhen temelini oluşturan temel ilkelerin de “egemenlik” ve “eşitlik” olduğu da bir olgudur. [v] E. Atatürk İttifak İlişkileri Hakkında İhtiyatlıydı: Atatürk döneminde Dışişleri Bakanlığında önemli görevler ifa etmiş olan merhum Büyükelçi Aptülahat Akşin Atatürk’ün ittifak politikası hakkındaki anlayışına ve görüşlerine dair şu açıklamaları yapmaktadır: [vi] “ Atatürk dış politikasının ayırt edici bir başka vasfı da başka devletlerle askerî ittifaklardan ve bağlantılardan kaçınmak isteyişi olmuştur. Çünkü her ittifak, bu ittifakın sarih ve zımni olarak aleyhine müteveccih olduğu devlet veya devletler nezdinde şüphe ve rahatsızlık, hattâ güvensizlik doğurur ve binnetice mukabil ittifak veya kombinezonları tahrik eder. Bu ise, herkesle iyi geçinmek isteyen ve kimsenin toprakları ve menfaatleri aleyhinde art düşünce ve davranışı olmayan Türkiye’nin ana dış politika ilkelerine aykırı olurdu. (Meğer ki işin içinde sarih hayatî menfaatlerimizi tehdit eden bir durum olsun)…...Sovyet Rusya ile samimi ve pürüzsüz iyi komşuluk münasebetleri güttük, fakat müttefik değildik. İki ülke münasebetlerini düzenleyen 1925 Antlaşması bir ittifak antlaşması değildi…..Atatürk’ün ittifaklardan, hele büyük devletler kombinezonlarından uzak kalmak istemesinin sebebi şu idi: Bir büyük devletle ittifak halinde iki müttefik devlet arasındaki münasebetler kolaylıkla hâmi (himaye eden, koruyan) ve mahmi (himaye olunan, korunan) münasebetleri haline inkilâb edebilirdi (dönüşebilirdi) ve bu ittifakların karşılığı çoklukla zayıf milletin sırtından çıkarılırdı. Babıâli’nin Çarlık Rusya’sıyla Mısırlılara karşı varlığını korumak için, yaptığı Kanlıca Antlaşması’yla, bedeli Kıbrıs’la ödenen ve Osmanlı İmparatorluğunu Rusya’ya karşı korumayı hedef tutan Türk – İngiliz Antlaşması bunun tarihî örnekleridir…..Atatürk’ün Balkan devletleriyle bağıtlamış olduğu İttifak Antlaşması Balkan statükosunun korunmasını hedef tutan bir istisna idi…..Atatürk bu ittifakın imzalanmasından sonra bir hayli kaygılandığını saklamamıştır…..İran, Irak ve Afganistan’la Saadabat Antlaşması yapıldı. Kendileriyle herhangi bir siyasî ve toprak ihtilâfımız olmayan bu kardeş ülkelerle yaptığımız bu Pakt bir istişare paktından ibaretti. ” Büyükelçi Aptülahat Akşin bu çok iyi anlaşılır anlatımı ile konuya yeterince ışık tutmuş bulunmaktadır. 2. Millî Mücadele Yıllarında Dış Politika: Atatürk önderliğindeki Millî Mücadelemiz, sadece askerî alanda, cephede belirli düşmanlara karşı cereyan etmiş değildir. Mücadelemizin amacı ve nihai hedefi hakkında içte ve dışta başlayan yanıltıcı, baltalayıcı propaganda karşısında milletlerarası topluma gerçeklerin anlatılması; mücadelemize siyasî ve maddî destek sağlanması ihtiyacı da ortaya çıkmıştır. Bunun için de dış siyaset ve diplomasi cephesinde de kararlı bir mücadele verilmiştir. Millî Mücadelemizde adımlar atılmaya başlarken, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda milletimizin ve vatanımızın geleceğini tayin etmek üzere galip devletlerle yapılacak barış antlaşmasının temeli olarak, “mutlak egemen bir Türk Devleti kurulması” emelinin yanında, içeride ve dışarıda çeşitli görüşler ve teklifler de ortaya atılmıştır. Bunlar arasında “İngiltere’nin himayesinin kabul edilmesi” ve bilhassa “Amerikan manda idaresinin altına girilmesi” Sivas Kongresi’nin sonuçlanmasına kadar milli mücadele kulislerinde dolaşan düşünceler olmuştur. “Millî egemenlik ve eşitlik” ve “vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği” ilkelerinden yoksun bu düşünceler, teklifler karşısında Mustafa Kemal Paşa kurtuluş için Milletimizi tek ve kesin bir hedefe kilitlemeği başarmıştır. Atatürk Nutuk’ta bu konuda şunları söylemiştir: “ Efendiler,….bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur. ” [vii] Gerçekten, Büyük Önderimiz Samsun’a ayak bastıktan sonra yayımlanan Amasya Tamimi’nde “ Vatanın bütünlüğünün, Millet’in istiklâlinin tehlikede olduğu ” ilân edilmiştir. “ Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına ” olan inanç ifade edilmiştir. “ Milletin hal ve vaziyetini göz önünde tutmak ve haklarının sesini cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak bir milli heyetin varlığı nın elzem ” olduğu vurgulanmıştır. “ Milli bir kongrenin süratle toplanması ” için Milletimize çağrıda bulunulmuştur. Erzurum Kongresi’nde “ milli sınırlar içinde Vatanımızın parçalanamaz bir bütün olduğu” beyan edilmiştir. Sivas Kongresi’nde de Atatürk “ ya istiklâl ya ölüm ” sözünü dile getirmiştir. Bu sözlerle Milletimize, milli mücadelemizin temel ilkeleri bildirilmiş; ana hedefini içeren parola verilmiştir. Böylece “ Vatan’ın bölünmez bütünlüğü ” ve “ Millet’in kayıtsız şartsız egemenliği ” temelinde yeni bir Türk Devleti kurma tek ve kesin hedefine yönelik Millî Mücadelemiz “ ya istiklâl ya ölüm ” parolasıyla başlamış ve kesin zaferle sonuçlanmıştır. Böylece, Milletimize Sèvres Andlaşması’nı dayatarak vatanımızı parçalayıp paylaşmak emlinde olan emperyalist güçlere, esas itibariyle Misak-ı Millî hudutları içinde “eşit egemen bağımsız Türkiye” temelinde bir barış andlaşması yapmaktan başka bir seçenek bırakılmamıştır. A. Savaş Dış Politika Aracı Olamaz Asker olan Atatürk savaşın dış politika aracı olarak kullanılmasını reddeden, karşılaşılan sorunların hallinde diplomasiyi kullanan bir önderdi. Bir hitabında savaş hakkındaki anlayışını şu şekilde dile getirmiştir: “ Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin, hayatı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir. ” [viii] Mustafa Kemal Paşa, vatanımızın düşman istilâ ve işgaline uğraması; bu durumun sonuçlarının antlaşma ile milletimize zorla kabul ettirilmek istenmesi; Osmanlı Devleti’nin “kapitülasyon” cenderesi içinde milletlerarası camianın eşit bir üyesi olarak hareket etme yeteneğini kaybetmiş olması; bu yüzden de Hükûmet’in vatanımızın parçalanıp paylaşılması tertipleri karşısında direnme iradesi ve gücü ortaya koyamaması; istiklâlimizin, egemenliğimizin ve vatanımızın bütünlüğünün barışçı yollardan sağlanması ümidinin de tamamen yok olması üzerine, İstiklâl Savaşımızı, Millî Mücadelemizi başlatmıştır. Savaşa, vatanımız işgalden kurtarıldıktan sonra egemen eşitlik temelinde gerçekçi ve kalıcı bir barışı emperyalist devletlere kabul ettirmek amacıyla başvurmuştur. Bu suretle bölgesel ve evrensel barışa da katlıda bulunulacağına inanmıştır. B. Evrensel Barış Ve Huzur Hedefi Millî Mücadelemizin önderlerinin “evrensel barış ve huzura” verdiği değer, önem ve öncelik Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen Bildirilerin 7. Maddelerinde diğer hususlar meyanında yer alan, “ âdil ve insanca şartları ihtiva eden bir barışın ….. âcilen kararlaştırılması, insanlığın selâmeti ve dünyanın huzuru namına başlıca milli emellerimizdendir ” şeklindeki ifade ile de başlangıçta açıkça dünyaya ilân edilmiştir. C. Atatürk Millî Mücadelemizde Kendi Şahsî İradesini Değil Millet’in İradesini Hâkim Kılmıştır : Sahip olduğu emsalsiz önderlik vasıflarına, askerî dehasına ve şahsî karizmasına rağmen Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadelemize kendi kişisel iradesini değil, Millet’in iradesini hâkim kılmıştır. Yukarıda da bahsedildiği üzere, Atatürk Samsun’da Anadolu’ya ayak basar basmaz Millet’in temsilcilerini Millî Mücadelenin arkasında toplamak için düzenlemelere girişmiştir. Amasya’da Anadolu’daki bütün ordu, kolordu, tümen kumandanlarına ve valilere yaptığı tamimle Sivas’ta bir millî Kongre’nin en kısa sürede toplanmasını teminen hazırlık yapılması çağrısında bulunmuştur. Erzurum Kongresi’nin kararlarının uygulanmasını sağlamak için Temsil Heyeti oluşturulmuştur. Mustafa Kemal Paşa Temsil Heyeti’nin Reisi olarak görev yapmıştır. Sivas Kongresi’nden sonra Temsil Heyeti, TBMM’nin kurulmasına kadar geçen zaman zarfında, Millî Mücadelenin “yürütme organı” gibi hareket etmiştir. Atatürk, Milletimize yaptığı çağrıları, Anadolu’daki askerî birlik Komutanlarına ve Valilere gönderdiği mesajları “Heyet-i Temsiliye” adına imzalamıştır. 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Millî Mücadelenin yürütülmesinde en üst irade olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın kumandası altındaki kahraman ordumuz zafere ulaşmış; Vatanımız düşman işgalinden kurtarılmıştır. D. Millî Mücadele Yıllarında Halkla İlişkiler, İletişim ve Kamu Diplomasisi : [ix] Kaynaklar Mustafa Kemal Paşa’nın Millî Mücadelemizi sadece mahir bir kumandan olarak değil, aynı zamanda, tecrübeli bir siyaset adamı ve diplomat ustalığıyla sevk ve idare etmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Günümüzde çağımızın teknik ve teknolojik olanaklarıyla yürütülen iletişim siyasetinin, halkla ilişkiler ve kamu diplomasisi faaliyetinin, Atatürk tarafından içe ve dışa dönük veçheleriyle, hem Millî Mücadele boyunca savaş şartları içinde, hem istiklâlden sonra Cumhuriyet döneminde, 1920’lerin, 1930’ların sınırlı teknik imkân ve vasıtalarıyla gerçekleştirilmiş olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Atatürk’ün Büyük Nutuk’taki “ bir taraftan…İstanbul ricaliyle haberleşirken, bir taraftan da muhtelif vasıtalarla kamuoyunu yokluyordum. Vereceğim kararın tatbikinin temini için ordunun görüşünü almak da pek mühimdi ” [x] şeklindeki ifadesi de bu gerçeğin kanıtlarından biridir. Sivas Kongresi’nde “Amerikan mandası” konusunda kriz boyutlarına da ulaşma istidadı gösteren tartışmalar sırasında iletişim tekniklerinin Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından hünerle uygulanması sayesinde “istiklâl ve millî hakimiyet” hedefinden sapma olmamıştır. Millî Mücadele boyunca alınan kararlar, yayınlanan bildiriler ve meydana gelen gelişmeler o günlerde mevcut iletişim kanallarından sürekli olarak halkın bilgisine sunulmuştur. Halkla ilişkiler faaliyeti olarak dönemin en tesirli iletişim vasıtası olan yazılı basından, özellikle İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye Gazetelerinden istifade edilmiştir. Yeni gazetelerle bu imkânın artırılmasına çalışılmıştır. Ayrıca, TBMM’nin açılışından 17 gün önce 6 Nisan 1920'de kurulan Anadolu Ajansı da iç ve dış kamuoylarının Millî Mücadelemiz hakkında muntazaman aydınlatılmasında önemli tarihî görevler ifa etmeye başlamıştır. Millî Mücadelemizle ilgili gelişmeler o yıların önde gelen haber ajansları ve gazeteleri tarafından izlenmiş ve dünya basınında haber konusu olmuştur. Mustafa Kemâl Paşa ve Mücadele’nin üst kadrosuna dahil şahsiyetler yabancı gazetecilere verdiği mülâkatlarla o günün şartlarında kamu diplomasisi uygulamışlardır. Atatürk Samsun’a çıkar çıkmaz Anadolu’daki askerî birlik Kumandanlarıyla ve Valilerle ve İstanbul’daki Hükûmet makamlarıyla haberleşmeyi ve yazışmayı Anadolu’daki telgraf şebekesini kullanarak yapmıştır. Millî Mücadelemizin önderleri Anadolu’nun telgraf sisteminin kontrolleri altında tutulmasına ve şebekenin kesintisiz çalışır vaziyette kalmasına hayatî önem atfetmişlerdir. Erzurum Kongresi’nden itibaren Millet’in temsilcileriyle teker teker veya küçük gruplar halinde iletişim kurulmuş, konular hakkında onların da görüşleri alınmıştır. Erzurum ve Sivas Kongreleri esnasında tüm gelişmeler bölgesel Kumandanlıklara da iletilmiştir. Böylece millî harekete olan desteklerinin devamlılığı sağlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın Havza’da 28 Mayıs 1919 tarihinde yayınladığı Tamim’de halka “ büyük ve heyecanlı mitingler ” düzenlenmesi çağrısı yapılmıştır. İlk protesto mitingi 30 Mayıs 1919 günü gerçekleşmiş ve halk “ her türlü saldırının silâhla önleneceğine dair ” and içmiştir. Bu mitingi takip eden günlerde Anadolu’daki birçok kasabanın ve kentin ileri gelenleri, belediye başkan ve üyeleri, sivil ve askerî erkân tarafından İstanbul'a, başta Amerikan Başkanı Wilson olmak üzere, İngiltere Başbakanı Lloyd George’a ve diğer bazı devletlerin Liderlerine çok sayıda protesto telgrafı gönderilmiştir. [xi] E. Amerikalı Gazetecinin Gözlemi: ABD Başkanı Wilson’un 1918 yılının başlarında bilinen “ilkelerini” yayınlamasından sonra, bu ilkelerin ABD’nin menfaatlerine hizmet edebilmesini teminen Orta Doğu halkları üzerinde uygulanabilecek manda sisteminin incelenmesi maksadıyla bizzat Başkan Wilson tarafından “Amerikan King-Crane Komisyonu” kurulmuştur. [xii] Bu Komisyon üyesi Charles R. Crane 1919 yaz aylarında Küçük Asya’da incelemelerde bulunmak üzere İstanbul’a gönderilmiştir. Sivas Kongresi’ne gözlemci olarak davet edilen R. Crane zamanının müsait olmadığı gerekçesiyle yerine, yine o sıralarda İstanbul’da bulunan Chicago Daily News gazetesinin Avrupa muhabiri Louis Edgar Browne’nin Kongre’yi izlemekle görevlendirilmesini sağlamıştır. Browne Sivas Kongresi boyunca Sivas’ta kalmış, Mustafa Kemâl Paşa ve Kongre’nin önde gelen şahsiyetleri ile yakın temas içinde olmuştur. Browne Chicago Daily News’da çıkan Kongre hakkındaki seri yazılardan birinde şunları anlatmıştır: [xiii] “ Kongre’nin vardığı kararları Dahiliye Nazır’ına telgrafla haber verdikleri zaman, Nazır bunları Padişah’a bildirmeyi reddetti ve Mustafa Kemâl ile Rauf’a ‘hainler ve caniler’ diye hitap etti. Bunun üzerine onlar da Dahiliye Nazır’ına ‘İngilizlere birkaç meteliğe satılmış ucuz balık’ diye hitap ederek cevap verdiler. …..Mustafa Kemâl telgrafhanede benim de hazır bulunduğum bir Genel kurul topladı. Rauf Bey bütün konuşmaları bana tercüme etti. Mustafa Kemâl derhal zecrî hareketlerin lâzım olduğunu ısrarla söyleyince (Rauf Bey) pek sevindi. Bununla beraber Mustafa Kemâl Anadolu’nun desteği olmadan harekete geçmeği reddetti. O akşam şahit olduğum kadar verimli bir haberleşme asla işitmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Erzincan, Musul, Diyarbakır, Samsun Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa telgrafla Sivas’a bağlandı. Hattın bir başında Mustafa Kemâl, diğer başında da sırasıyla bu şehir ve vilâyetlerin askeri komutanları ve mülkî amirleri yer almışlardı. Bütün durum olduğu gibi izah edildi. Bir tek istisna ile Anadolu, Mustafa Kemâl’e kendi kararıyla hareket etmesi ve sonuna kadar götürmesi için talimat verdi (İstisna teşkil eden vilâyet, İtalyan taburlarının işgali altındaki Konya’ydı). ” F. İstanbul’un İşgali ve Atatürk’ün Faaliyetleri : İtilâf Devletlerinin 16 Mart 1920 günü İstanbul’u işgal etmeye başlaması üzerine Atatürk’ün içe ve dışa yönelik yaptığı faaliyetler de iletişim ve kamu diplomasisinin tarihî örneklerini oluşturmaktadır. İtilâf Devletleri İşgal Komutanlığı öncelikle İstanbul’daki telgraf merkezlerini ele geçirerek halkımıza bir resmî bildiri yayınlamak istemiştir. Atatürk Anadolu’ya gönderdiği telgraflarla düşman kuvvetlerinin bildirisinin alınmasını ve cevaplandırılmasını önlemiştir. Ayrıca İstanbul'daki İngiliz, Fransız, İtalya Siyasî Temsilcilerine, Amerika Siyasî Temsilcisine, bütün tarafsız Devletler Dışişleri Bakanlıklarına ve Fransa. İngiltere, İtalya Meclisi üyelerine verilmek üzere Antalya'da İtalyan Temsilciliği'ne 16 Mart 1920 günü şu Bildiri’yi yapmıştır: “ İstanbul'da bütün resmi daireler, milli bağımsızlığımızı temsil eden Meclis-i Mebussan dahi dahil olmak üzere, İtilaf devletleri askeri kuvvetleri tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş ve milli emeller dairesinde hareket eden birçok vatanperver şahısların tutuklanmasına da teşebbüs olunmuştur. Osmanlı milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine havale edilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini ne pahasına olursa olsun müdafaa etmeye azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci asır medeniyet ve insanlığının mukaddes saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan hissiyatı gibi bugünün insan topluluklarına esas olan bütün umdelere ve bu umdeleri vücuda getiren insanlığın genel vicdanına indirilmiştir. Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı müdafaa için giriştiğimiz mücadelenin kutsiyetine ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşama hakkından mahrum edemeyeceğine inanıyoruz. Tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir suikast teşkil eden ve Wilson prensiplerine dayalı bir mütarekenin, milleti müdafaa vasıtalarından tecrit etmiş olmasından doğan bir hileye de dayanması hasebiyle, ait oldukları milletlerin şeref ve haysiyetiyle dahi bağdaşmayan bu hareketin mahiyetinin takdirini resmi Avrupa ve Amerika'nın değil, ilim ve irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerika’sının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesu1iyete son defa bir daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz. Davamızın meşruiyet ve kutsiyeti, bu müşkül zamanlarda, Cenabı Hak'tan sonra en büyük yardımcımızdır. (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Heyeti Temsiliyesi) Mustafa Kemal” [xiv] Atatürk’ün, aynı gün Milletimize hitaben yayınladığı Bildiri de şöyledir: “ İtilaf devletlerinin şimdiye kadar memleketimizi taksime yol bulmak için başvurdukları muhtelif tedbirler malûmdur. Evvelâ, Ferit Paşa ile anlaşarak Milleti müdafaasız bir halde yabancı idaresine esir etmek ve memleketin muhtelif mühim kısımlarını galip devletlerin sömürgelerine ilave eylemek düşünülmüştü. Kuvayi Millîye'nin milletin genel desteği ile bağımsızlığın müdafaası hususunda gösterdiği azim ve metanet, bu tasavvuru altüst etti. İkinci olarak, Kuvayi Millîye'yi aldatmak ve onun müsaadesiyle doğuda bir üstünlük kurma siyaseti takip etmek için Heyeti Temsiliye’ye müracaat edildi. Heyet, Millet’in bağımsızlığını ve memleketin bütünlüğünü temin etmedikçe ve bilhassa işgal sahalarının tahliyesine teşebbüs olunmadıkça, hiçbir türlü müzakereye yanaşmadı. Üçüncü olarak, Kuvayi Milliye ile birlikte hareket eden hükümetlerin icraatına müdahale etmek suretiyle milli birliği sarsmak ve hainane muhalefetleri teşvik ve cüretlerini artırmaya sevk eylemek yolu takip olundu. Milli birliğin teşkil ettiği metanet ve dayanışma karşısında bu saldırılar da eridi. Dördüncü olarak, memleketin mukadderatı hakkında endişe verici kararlar verildiğinden bahsolunmak suretiyle kamuoyuna baskı yapılmaya başlandı. Namusu ve memleketi müdafaa uğrunda her fedakarlığı göze almış olan Osmanlı milletinin azim ve iradesi önünde, bu tehditler dahi fayda vermedi. Nihayet bugün İstanbul'u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti'nin yedi yüz senelik hayat ve hakimiyetine son verildi. Yani, bugün Türk milleti, medeni kabiliyetinin, hayat ve bağımsızlık hakkının ve bütün geleceğinin müdafaasına davet edildi. İnsanlık cihanının takdirkar bakışları ve İslâm aleminin kurtuluş emelleri, hilâfet makamının yabancı tesirlerinden kurtarılmasına ve milli bağımsızlığın büyük mazimize lâyık bir iman ile müdafaa ve teminine bağlıdır. Giriştiğimiz bağımsızlık ve vatan mücahedesinde Cenabı Hakk'ın yardımı ve inayeti bizimledir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi namına Mustafa Kemâl ” Atatürk, yine aynı gün, Anadolu’daki bütün Valilere ve Kumandanlara “Heyeti-i Temsiliye namına Mustafa Kemâl” imzasıyla gönderdiği talimatla “ İstanbul'un ve resmi makamların, bilhassa Meclisi Mebusan'ın İtilâf devletleri tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş olması karşısında İtilâf devletleri temsilcilerine ve bütün tarafsız devletler hariciye nezaretleriyle İtilâf devletlerinin Millet Meclisi riyasetlerine protesto telgrafları çekilmesini ve mitingler düzenlenmesini ” sağlamıştır. Aynı zamanda bütün İslâm alemine de hitap eden bir bildiri yayınlamıştır. G. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Millî Mücadele İçin Dış Destek ve Yardım Konusu : Büyük Önderimiz Mustafa Kemâl Atatürk Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Vatanımızın içine düştüğü durumu Büyük Nutuk’ta şu sözlerle tasvir etmiştir: “ 1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-ı umumiye (durum ve genel manzara): Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup, Harb-i Umumî’de mağlûp olmuş Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti (şartları) ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfında, millet, yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harb-i Umumî’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi (soysuzlaşmış), şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği denî (alçakça) tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine âciz, haysiyetsiz, cebîn (korkak), yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek (koruyabilecek) herhangi bir vaziyete razı. Ordu’nun elinden esliha (silâhlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilâf Devletleri, mütareke ahkâmına (hükümlerine) riayete (uymaya) lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilâyeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Antep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan kıtaat-ı askeriyesi (askerî birlikleri); Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, ecnebi (yabancı) zabit (subay) ve memurları ve hususî adamları faaliyette . Nihayet, mebde-i kelâm (sözün başlangıcı ) kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919’da İtilâf Devletlerinin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir’e ihraç ediliyor (çıkarılıyor)…..” [xv] Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta tasvir ettiği bu duruma düşürülmüş olan Vatanımızı düşman işgalinden kurtarmak ve Milletimize bağımsızlığını ve egemenliğini kazandırmak için Mustafa Kemal Paşa ve O’nun önderliğine inanmış vatanseverler, İstiklâl Savaşımızı başlatma kararlılığıyla Milletimizi seferber etmek üzere Samsun’dan yola çıkmışlardır. Bununla beraber, Millî Mücadele önderlerimiz, Vatanımızın ve Milletimizin içinde bulunduğu durumun ağır şartlarının, Atatürk’ün Nutuk’taki ifadesiyle “ Millet’in yorgun ve fakir bir halinin” ve İstiklâl Savaşımızın gerektirdiği âcil ihtiyaçların bilinci içinde olmuşlardır. Bu bilinçle Erzurum ve Sivas Kongrelerinin Bildirilerinde 7. Madde olarak yer alan hükümde uluslararası topluma şu çağrıyı yapmışlardır: “ Milletimiz insani, muasır (çağdaş) gayeleri yüceltir, teknik, sınaî ve ekonomik durumu ve ihtiyacımızı takdir eder. Böylece Devlet ve Milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve Vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, …..milliyet esaslarına saygılı olan ve memleketimize karşı istilâ emeli gütmeyen herhangi bir devletin teknik, sınaî, ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız .” Millî Mücadelemize karşı olan unsurlar ve Birinci Dünya Harbi’nden sonra akdedilecek andlaşmayla ABD’nin manda idaresinin altına girmemizi tercih eden Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bazı üyeleri anılan 7. Madde’nin doğrudan doğruya ABD’yi ve Amerikan mandasını işaret ettiğini öne sürmüşlerdir. Atatürk’ün bu iddialara karşılık ifade ettiği görüş şöyle olmuştur: “ Madde muhteviyatı mantık dairesinde okunup incelenince ne manda ve ne de Amerika'nın mandaterliğini talep fikri mevcut olmadığı tahakkuk eder…..Bu maddenin hangi noktasında manda ve mandaterin Amerika olacağı fikri vardır? Olsa olsa ‘herhangi devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız’ sözlerinden manda fikrine kapılanlar bulunabilir. Fakat mandanın mana ve maksadı bu olmadığı muhakkaktır. Her zaman ve bugün dahi bu açıklık dairesinde vuku bulacak yardımları memnuniyetle karşılamaktayız ve karşılarız. Nitekim Ankara-Ereğli ve Keller-Diyarbakır şimendiferlerinin inşası için bir İsveç grubunun ve Kayseri-Sivas-Turhal hatlarının inşası için de bir Belçika grubunun fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle kabul ettik ve mesela Ankara şehrinin ve diğer Anadolu şehirlerimizin bir an evvel inşalarında ve bütün diğer şimendifer hatlarımızın, yollarımızın, limanlarımızın inşaları teklifinde bulunacak yabancı sermayedarların yardımlarını memnuniyetle kabul ederiz. Yeter ki, memleketimize sermaye getireceklerin devlet ve milletimizin dahili ve harici bağımsızlığını ve vatanımızın bütünlüğünü ihlale yönelik gizli emelleri olmasın. Bu maddede yer alan ‘milliyet esaslarına riâyetkâr ve memleketimize karşı istilâ emeli beslemeyen herhangi devlet’ ifadesinden Amerika Devleti mânâsı çıkarılmaya da mahal yoktur. Çünkü bu esaslara riayetkâr dünya devletleri arasında yalnız Amerikalılar değildir. Meselâ, İsveç Devleti, Belçika Devleti aynı vasıfta devletler değil midir? Bu devletlerden herhangi birinin mandaterliği de söz konusu olabilir mi? Bir de eğer Amerika Devleti'ne bir ima yapılmak istenseydi, ‘herhangi devletin’ yerine ‘bir devletin’ veya hiç olmazsa sadece ‘devletin’ kelimesiyle yetinilmek lâzım gelirdi. Dolayısıyla maddenin izah ettiği şartlar dahilinde fennî, sınaî, iktisadî yardımın iyi karşılanmasının bütün devletleri kapsar olduğu açıktır. ” [xvi] Sivas Kongresi’nde Amerikan Manda idaresinin talep edilmesi yolunda çeşitli delegelerin yaptığı ısrarlı teşebbüslerin önünün alınması maksadıyla Rauf (Orbay) Bey’in teklifi üzerine ABD Senatosu Başkanı’na bir telgraf yazılması kararlaştırılmıştır. Telgrafta, bir barış antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu halkı ve toprakları hakkında keyfi kararlar alınmadan evvel, Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesindeki şartların önyargısız net bir bakışla incelenmesi maksadıyla, Senato’dan bir heyetinin gönderilmesi daveti yapılmıştır. [xvii] Atatürk Nutuk’da bu konuda şunları ifade etmiştir: “Efendiler, pek uzun ve münakaşalı devam eden bu manda müzakeresi, taraftarlarını susturacak orta yollu bir çare ile son buldu. Hem de bu çareyi teklif eden, yine Rauf Bey oldu. Amerika'da senelerden beri aleyhimizde yapılmakta olan olumsuz propagandaların doğurduğu fikir cereyanını düzeltmek için her şeyden evvel Amerika Kongresi'nden memleketimizi inceleyecek ve hakikati görecek bir heyeti davet etmek." Bu teklif oybirliği ile kabul olundu. Kongre Divanı Riyaseti'nin imzalarıyla bu yolda bir mektup müsveddesi hazırlandığını hatırlıyorsam da, bu mektubun gönderilebilip gönderilemediğini pek iyi hatırlamıyorum. Esasen bu mektuba özel olarak ehemmiyet atfetmiş değildim.” H. Tarihî ve İdeolojik Saplantılardan Arınmış Millî Çıkarları Gözeten Gerçekçi Dış Politika: Türk – Rus Yakınlaşması Millî Mücadelemiz başlarken Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’nın galip Müttefik Devletlerine karşı denge ve destek sağlamak için diplomasisini yöneltebileceği iki Devlet vardı. Biri ABD, diğeri Rusya. a. ABD İle Yakınlaşma Olamadı : ABD Müttefiklerin yanında 1917 yılında savaşa girmişti. ABD Başkanı Wilson Dünya Savaşı’nın sonunda yapılacak Barış Andlaşması için esas alınması düşüncesiyle 1918 başında bir “İlkeler Bildirisi” yayınlamıştı. Bildiri’de yer alan “milliyetler ilkesinden” Osmanlı Devleti’nin geleceği ve Millî Mücadelemizin siyasî zemini bakımından yararlanılabileceğini hem İstanbul’da, hem Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçen aydınlar arasında başlangıçta düşünenler olmuştu. O dönemde, Ermeniler, Rumlar ve hattâ İngilizler kendi kısır çıkarları için ABD’yi Yakın Doğu’da sorunların içine çekmek istemişlerdir. ABD’nin ağırlığından yararlanarak kendi emellerine ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir. ABD’yi bu yönde harekete geçirebilmek için de özellikle Amerikan kamuoyunun, dolayısıyla Kongre’nin dikkatini ve tepkisini çekecek iddialar ortaya atmışlardır. Bu iddialar başlıca şunlar olmuştur: Birincisi, Osmanlı Devleti’nin ülkesindeki Amerikan vatandaşlarının hayatlarının tehlikede olduğu; ikincisi de azınlıkların Türkler karşısındaki durumlarının zayıf olduğu ve Türklerin bu durumdan yaralanacakları. [xviii] Bununla beraber, çok geçmeden meydana gelen iktidar değişikliği ile ABD, dış siyasette 1823’den sonra uygulanmış olan “kabuğuna çekilme” politikasına dönmüştü. Böylece “Wilson İlkeleri” havada kalmış ve tatbik edilememişti. b. Bolşevik Rusya İle Yakınlaşma : Atatürk’ün dış politikada tarihî ve ideolojik saplantılara yer vermeyen, sadece millî çıkarları en başta gözeten gerçekçi uygulamasının en somut örneklerinden biri, Millî Mücadelemiz sırasında Bolşeviklerle, yani Sovyetler Birliği ile sağladığı yakınlaşma ve elde ettiği, siyasî, malî ve silâh, cephane ve askerî malzeme destek ve yardımları olmuştur. Türk – Rus ilişkilerinin tarihi, Osmanlı Devleti’nin genişleyerek İmparatorluk haline gelmeye başlamasıyla birlikte Rusya’nın hasmane politikalarıyla, tutumlarıyla karşı karşıya kaldığını ortaya koymaktadır. Rusya, sürekli olarak sıcak denizlere, Akdeniz’e inmek için Boğazları ele geçirme, Osmanlı Devleti’ni zayıflatma, parçalama teşebbüslerinde bulunmuştur. Bu sebeple de Osmanlı Devleti’nin tarihte kendisiyle en çok sayıda savaş yaptığı ülke Rusya olmuştur. Bu tarihî gerçeklerle de aslında Atatürk ve Millî Mücadele’nin öne çıkan komutanları Rusya’yı hep “ tarihî düşman ” olarak görmüşlerdir. TBMM Hükûmeti’ni Moskova’da Büyükelçi olarak temsil etmiş bulunan Ali Fuat Cebesoy Paşa bu konuda hatıratında şöyle diyor: “ O zamanki siyasî vaziyete göre, İngilizlerin emperyalizmine set çekebilecek gibi görünen…..Birleşik Amerika Devleti vardı. Fakat Amerika da gelecekteki cihan (dünya) siyasetinde tutacağı yüksek mevkii göremeyerek eski infiratçı (yalnızcı) siyasetine dönmüştü. İngiliz Emperyalizminin cidal (mücadele, muharebe) sahnesinden Amerikalılar çekilince, Türkiye mecburen asırdîde (yüzyıllık, yüzyıllardan beri ) düşmanı olan ve ilân ettiği insaniyet prensibine sadakat iddiasında bulunan Ruslara (teveccüh eylemişti) yönelmişti. ” [xix] Bellidir ki, Atatürk Millî Mücadele’nin hedefine ulaşabilmesi için sahada kazanılacak askerî zaferler kadar, bu zaferleri kolaylaştıracak hesaplı bir gerçekçi diplomasinin uygulanmasına da ihtiyaç olduğunu görmüştür. Bu ihtiyacın farkındalığı içinde tarihî ve ideolojik kaygı ve saplantılardan tecerrüt ederek uluslararası konjonktürün ortaya koyduğu fırsatlardan yararlanma dirayetini göstermiştir. Atatürk’ün Millî Mücadele’yi başlattıktan sonra Sovyetler Birliği ile gerçekleştirdiği yakınlaşma ve yaptığı anlaşma bu gerçeğin tarihî nitelikteki en somut örneğidir. Bilindiği üzere, Rusya’daki 1917 Ekim Bolşevik ihtilâliyle kurulan Sovyetler Birliği çok geçmeden Çarlık Rusya’nın Dünya Savaşı’ndaki müttefikleriyle hasım haline gelmiştir. Böylece Bolşevik yönetimi de Millî Mücadele hareketimiz gibi batılı emperyalist güçlere karşı direnmeye, onlarla mücadele etmeye ve savaşmaya başlamıştır. Bolşevikler gerçekleştirdikleri devrimden hemen sonra başlayan Anadolu’daki Millî bağımsızlık hareketinin kendi emelleri bakımından yararlanılabilecek bazı fırsatlar yarattığını düşünerek Millî Mücadele hareketimiz karşısında hayırhah bir duruş sergilemiştir. Gerçek odur ki, konjonktür TBMM Hükûmetiyle Sovyetler Birliği Hükûmeti arasında o yıllarda doğal bir menfaat birliği oluşturmuştur. Bununla beraber bir amaç birliğinden söz etmek mümkün değildir. İki taraf birbirlerine farklı maksatlarla yaklaşmışlardır. İki tarafın da bu yakınlaşmadan duydukları tedirginlikler de olmuştur. Bolşevik Hükümeti ile TBMM Hükümeti arasındaki en belirgin hattâ tek ortak noktayı emperyalist güçlere karşı olma teşkil etmiştir. Kurulan ilişkiler oldukça hassas dengelere dayanmıştır. Büyükelçi Aptülahat Akşin ismini yukarıda kaydettiğim eserinde bu konuda şunları anlatmaktadır: “ Türkiye’yi Ruslarla anlaşmaya zorlayan sebepler önemli ve hayati idi. Rusların da bizimle anlaşmaya ihtiyaçları vardı. Fakat iki tarafı anlaşmaya sevk eden sebepler ve amaçlar aynı değildi. Biz samimi olarak Bolşevik Rusya ile iyi komşuluk ve işbirliği etmek ve onlardan silâh yardımı görerek, her iki tarafın da mağduru olduğu batı emperyalizmine karşı bir baraj yapmak istiyorduk. Onlar ise bizi, genel olarak her yerde yaptıkları gibi, kendi politikaları yararına ve kendi milli emellerini gerçekleştirmek için kullanmak, batı devletleri ile yaptıkları müzakerelerde bizden ivaz (ödün) olarak faydalanmak, Türkiye’de, kendilerine bağlı ve sadık bir komünist idare kurmak, kısacası bir Rus peyki haline getirmek istiyorlardı…. Atatürk Rusların bize karşı olan sürprizlerle dolu olduğunu anlıyordu. Bunun içindir ki O’nun , Rusya ile münasebetlerimizin başladığı tarihten itibaren Bolşeviklere karşı durumu son derece ihtiyatlı idi. Mustafa Kemâl’in İtilâf Devletleriyle Bolşevik Rusya arasındaki dengeli politikası bir şaheserdi…” ” [xx] Lord Kinross da “ATATÜRK” adlı eserinde o dönemdeki Türk – Rus yakınlaşmasını ve işbirliğini “ köprüden geçinceye kadar ayıya dayı denir ” atasözüne atıf yaparak değerlendiriyor. Şöyle diyor: “ ‘Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demeli.’ [xxi] Bu bir Türk atasözüdür. Deli Petro’dan ve onun genişleme siyasetinden bu yana, her kuşak bir Türk - Rus Savaşı’na şahit olmuştu. Şimdi, Batı’dan gelen saldırı karşısında Kemalistler de Bolşevikler de, tarihlerinin bu noktasında, tereddütlü adımlarla da olsa, birbirlerine yaklaşmak için bazı zorlukları sineye çekmek zorundaydılar. (Esasen) Kemal de, Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren, sırf müttefiklere göz dağı vermek için de olsa, Sovyetlerle uyuşmayı ihtiyatlı şekilde düşünmeye başlamıştı.” [xxii] Başlangıçta Bolşevik liderlerin Atatürk’ün Anadolu’da başlattığı hareket ile işbirliğinde bulunmada gönülsüz ve nazlı davrandıkları görülmüştür. Bolşevikler, Ankara’ya yanaşmanın Batı ile olan çeşitli çıkarlarını baltalamasından endişe etmişlerdir. c. Doğu Cephesi, Gümrü Andlaşması: Bolşevikler, Ermenilere 1919 yılında Doğu Anadolu’da topraklarımıza yaptıkları saldırılarda destek vermişlerdir. Bu saldırılar sonucunda Ermeniler, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır gibi yörelerimizi ele geçirmişlerdir. Bolşevik Rusya 1920 yazında Ermenistan ile bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmayla hemen hemen bütün ahalisi Türk olan Nahçıvan Ermenistan’a bırakılmıştır. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Tuzluca ve Iğdır'ı geri almış ve Gümrü'yü de işgal etmiştir. Bunun üzerine Ermeniler barış talep etme zorunda kalmış ve 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Andlaşması imzalanmıştır. Gümrü Andlaşması TBMM Hükûmeti’nin akdettiği ilk anlaşma olarak tarihe geçmiştir. Bu Andlaşma’nın asıl önemi, Andlaşma’nın 10. Maddesinde Ermenistan’ın Sèvres Andlaşması’nın açıkça “ yok hükmünde ” kabul etmiş olmasıdır. d. Batı Cephesi, I. İnönü Zaferi: Batı Cephesinde de İsmet Paşa’nın kumandası altındaki ordularımızın Yunan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazandığı I. İnönü Zaferi de, Millî Mücadelemizde sadece askerî alanda değil, diplomaside de bir dönüm noktası olmuştur. I. İnönü Zaferi o güne kadar yenilemez olduğu düşünülen emperyalist güçlerin desteğindeki Yunan Ordusunun Anadolu’daki ilerleyişinin durdurulabileceğini ve hattâ yenilebileceğini göstermiştir. e. Londra Konferansı’na Davet : Millî Mücadele Hareketi’nin Hem Doğu, hem Batı cephelerinde sağladığı başarıların diplomasimize olumlu yansıması gecikmemiştir. İngiltere TBMM Hükûmeti’ni 21 Şubat 1921’de Londra’da açılan Konferans’a davet etmiştir. Bu davet Atatürk diplomasisinin doğru yönde ilerlediğinin ilk habercilerinden biri olmuştur. f. Moskova Andlaşması: Aynı günlerde Moskova’ya giden TBMM heyeti 16 Mart 1921’de “TBMM Hükûmeti” ile “Rusya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Hükûmeti” arasında çeşitli kaynaklarda “ Kardeşlik Andlaşmas ı” olarak da adlandırılan “Moskova Andlaşması’nı” imza etmiştir. Andlaşma’nın Dibacesi’nde “ halkların kendi kaderini tayin etme ” ilkesi ve iki taraf arasında “ emperyalizme karşı mücadele dayanışmasının ” varlığı vurgulanmıştır. Bu Andlaşma ile Bolşevik Rusya Misak-ı Millî’yi tanıyan ilk Devlet olmuştur. Gerçekten de Moskova anlaşması ile TBMM hükümeti, sınır meselesinde Batum, Ahıska ve Ahılkelek dışında Misâk-ı Millî’de öngörülen sınırları Sovyet Rusya’ya kabul ettirmiştir. Türkiye ile Rusya arasındaki bugünkü sınır o zaman belirlenmiştir. İki taraf arasında akdedilmiş olan eski antlaşmalar iptal edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Çarlık Rusya’ya karşı üstlendiği malî yükler silinmiş, kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Moskova Andlaşması’nın en önemli sonuçlarından biri de Türkiye’nin Türk Dünyası’na açılan kapısı mahiyetindeki Türk yurdu Nahçıvan’ın statüsü hakkında olmuştur. Bu konuyu aşağıda ayrıca ele alacağım. Moskova Antlaşması ile doğu sınırlarını emniyet altına alan TBMM Hükûmeti Batı Cephesi’ndeki ordularının gücünü kuvvetlendirme imkânı bulmuştur. Bu imkân Yunan kuvvetlerine karşı nihai zafer elde etmemize katkı yapmıştır. Bu gelişmelerden hemen sonra, 1917’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik münasebetleri kesilmiş ve Millî Mücadele hareketimize de hayırhah nazarlarla bakmayan ve oldukça mesafeli davranan ABD’nin tutumunda da olumlu yönde değişiklikler görülmeye başlanmıştır. g. II. İnönü Zaferi: 1 Nisan 1921’de kazanılan II. İnönü zaferi de TBMM Hükûmeti’nin diplomaside arka arkaya gelmeye başlayan anlamlı başarılı sonuçlarının kapısını aralamıştır. İtalyanlar Antalya’dan Temmuz 1921’de çekilmiştir. h. Sakarya Meydan Muharebesi Zaferi : Diplomaside başarı Kapısının tamamen açılması, 1921 yılının 23 Ağustos ve 13 Eylül günleri arasında 22 gün 22 gece kesintisiz süren Sakarya Meydan Muharebesini Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın, Atatürk’ün sevk ve idaresindeki şanlı ordumuzun zaferiyle sonuçlanasıyla mümkün olmuştur. İtalyanlar Anadolu’da işgal ettikleri yerleri tamamen boşaltmışlardır. İngilizler ise ellerindeki Türk esirleri serbest bırakmışlardır. i. Kars Andlaşması: Sakarya Zaferi’ni takiben 13 Ekim 1921’de TBMM Hükûmeti ile üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında Kars antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır. Nahçıvan’ın Moskova Andlaşması ile belirlenen statüsü teyit edilmiştir. j. Türkiye – Fransa Ankara Antlaşması : Sakarya Zaferinin en önemli siyasî sonucu da 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması (İtilafnamesi) olmuştur. Bu Antlaşma Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, Kurtuluş Savaşı içinde İtilaf Devletleri’nden biriyle ve bir batılı devletle yaptığı ilk anlaşmadır. Ankara Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurulmuş bulunan İtilaf Devletleri bloğu parçalanmıştır. İngiltere Anadolu’da yalnız kalmıştır. Fransa’nın Türkiye’yi ve Misak-ı Millî’yi resmen tanıması, İngiltere’nin Doğu Akdeniz politikasını desteklemekten vazgeçtiğini göstermesi açısından da önem arzetmiştir. Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile birlikte Türkiye Güney cephesini güvenceye almış ve buradaki askerlerini de Batı Cephesine kaydırmıştır. k . Türk - Rus Yakınlaşmasının Diğer sonuçları : Ayrıca, 2 Ocak 1922’de Ukrayna ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalanmıştır. Böylece, Atatürk’ün Fransa ve İtalya’yı İngiltere’den, ABD’’yi de her üçünden ayırma; böylece batı kampını bölme ve Anadolu’yu işgal eden Batı’ya karşı Sovyet Rusya’yı denge unsuru olarak kullanma stratejisi başarıya ulaşmıştır. [xxiii] Denilebilir ki Millî Mücadele önderlerinin Bolşeviklerle kurduğu ilişki ve gerçekleştirilen yardımlaşma “Komünizme hayır, Sovyetlere evet” [xxiv] anlayışıyla ve ihtiyatla yürütülmüştür. İ. Türk – Rus Yakınlaşmasında Teminat Altına Alınan “Türk Kapısı” Nahçıvan: Atatürk, temel amacı ve nihai hedefi Vatanımızın düşman işgalinden kurtarılması ve Türk Milleti’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin sağlanması olan Millî Mücadelemiz sonunda Devletimizin Doğu sınırının Türk dünyasına açılan bir kapı ile bitişik olmasına önem atfetmiştir. Halkının hemen hemen tamamı Türk olan Nahçıvan’ı da böyle bir kapı olarak görmüştür. Bu sebeple de, Nahçıvan ile ilgili gelişmeler, Türk dünyasına ilişkin konulara önem veren Atatürk tarafından Millî Mücadele hareketinin başından itibaren dikkatle ve hassasiyetle takip edilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın sonucu olarak bölgeden Türk kuvvetlerinin çekilmesiyle birlikte başlayan Ermenilerin Nahçıvan’a yönelik saldırıları ve Türk halkına yaptıkları katliamlar, Atatürk’ün (Mustafa Kemâl Paşa) Başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye tarafından batılı devletler nezdinde sürekli olarak protesto edilmiştir. Aynı hassasiyet kurulmasından sonra TBMM tarafından gösterilmiştir. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sèvres Antlaşması’nın imza edildiği, Atatürk’ün Bolşevik Rusya ile yakınlaşma sağlamaya karar verdiği ve bu yönde teşebbüslerde bulunulduğu dönemde Bolşevik Rusya Azerbaycan’ın ve Ermenistan’ın Sovyeteştirilmesi süreciyle meşgul bulunuyordu. Bu süreç içinde ve Azerbaycan’ın Komünist yönetiminin de göz yumması sonucunda, Nahçıvan ile Zengezor Ermenistan’ın hakimiyeti altına girmiştir. [xxv] Ayrıca, Ruslar da Ermenilere birtakım iktisadî yardım vaadinde bulunmuşlardır. Nahçıvan’ın Ermenistan’ın eline geçmesi, o yılların şartlarında, Türkiye’nin Azerbaycan ile ve hattâ Rusya ile stratejik önemde bir ulaşım yolunun kesilmesine yol açacak bir gelişme olmuştur. Bu gelişme 5 ay önce açılmış olan TBMM’de heyecan yaratmıştır. Nahçıvan halkından Millî Mücadele’nin önderlerine ve TBMM üyelerine gelemeye başlayan çok sayıda mektup da uyanan heyecanı daha da arttırmıştır. Nahçıvan konusunda TBMM’de bu hava sürerken Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Tuzluca ve Iğdır'ı geri almış ve Gümrü'yü de işgal etmiştir. Bunun üzerine Ermeniler barış talep etme zorunda kalmış ve 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Andlaşması imzalanmıştır. Andlaşma’nın 2. Maddesi’nde “…. Aşağı Karasu'nun döküldüğü yerden geçen çizginin güneyindeki (Nahçıvan, Şahtahtı, Şarur) bölgesinde daha sonra bir plebisitle saptanacak yönetim biçimine ve bu yönetimin kapsayacağı topraklara Ermenistan karışmayacak ve işbu bölgede şimdilik Türkiye koruyuculuğunda bir yerel yönetim kurulacaktır ” hükmü yer almıştır. Buna göre, Nahçıvan-Şahtahtı-Şarur bölgesi geçici olarak (“şimdilik”) Türkiye’nin koruyuculuğuna bırakılmıştır. Gümrü Andlaşması’nda Nahçivan konusunda elde edilen sonuca rağmen, Atatürk Nahcivan’ı Ermenistan’ın hakimiyeti altına girmesine yol açmayacak daimi statüye kavuşturmak istiyordu. TBMM Hükûmeti ile Bolşevik Rusya arasında Moskova’da bir andlaşma yapılması hususunda iki taraf arasında görüş birliğine varılması üzerine Moskova’ya gidecek heyetimizin başkanı olarak İktisat Vekili Yusuf Kemal (Tegirşek) Bey atanmıştır. Prof. Dr. Faruk Sümer’in Yusuf Kemâl Bey’den dinleyip naklettiğine [xxvi] göre, bu görevlendirilmeden sonra Atatürk tarafından kabul edilen Yusuf Kemâl Bey, yapılan görüşmede Atatürk’e " Paşam Ruslar Nahçıvan üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım " diyerek kesin talimatını almak istemiştir. Atatürk “ Nahçıvan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız ” cevabını vermiştir. Türk heyetinin Moskova’daki temasları ve Andlaşma üzerindeki müzakere çetin cereyan etmiştir. Esasen, Bolşevik Dışişleri Bakanı Çiçerin heyetimize soğuk davranmıştır. Ümit kırıcı sözler söylemiştir. Nahçıvan konusu üzerindeki müzakere de oldukça gergin bir havada geçmiş ve uzun sürmüştür. Yusuf Kemâl Bey başlangıçta Nahçıvan'ı Türkiye himayesine almak istemiş ve ısrarlı olmuştur. Bu olmayınca Türkiye ile Azerbaycan’ın ortak himayesi altına konulması teklifini yapmıştır. Çiçerin katı davranmıştır. Sonunda Heyetimiz Stalin ile görüşme talep etmiştir. Heyetimizin Stalin ile yaptığı görüşmelerde ilerleme sağlanmış, ancak, Nahçıvan konusunda müzakere biraz uzamıştır. Stalin Yusuf Kemâl Bey’e “ Nahçıvan üzerinde niçin bu kadar ısrar ediyorsunuz ” diye sormuş. Yusuf Kemâl Bey “ orası Türk kapsıdır da onun için ” cevabını vermiş. Stalin gülmüş ve gündemdeki başka bir konuya geçmiş. Sonunda Andlaşma metni üzerinde mutabakata varılmış. Ortaya çıkan ve 16 Mart 1921 günü imza edilen Moskova Andlaşması’nın III. Maddesi’nde Nahçıvan hakkında şu hüküm yer almıştır: “ İşbu Andlaşmanın Ek I (C)’de belirlenen sınırlar içerisinde bulunan Nahçıvan bölgesinin üçüncü bir devlete verilmemesi şartıyla Azerbaycan’ın himayesi altında özerk statüye sahip olması her iki âkit tarafça kabul edilmiştir. Nahçıvan topraklarının doğuda Aras’ın talveği, batıda Dagna dağı (3829)-Velidağı (4121)-Bagarzik (6587) ve Kömürlüdağı (6930) çizgisi arasında sıkışmış üçgen kesiminde, bu toprakların Kömürlü dağından (6930) başlayarak Seray Bulak dağı (8071)-Ararat istasyonundan geçerek Karasu ile Aras’ın birleştiği yerde sona eren sınır hattı, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan temsilcilerinden oluşan komisyon tarafından belirlenecektir.” Türk heyetinin gayretleri sayesinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü kısmen de olsa korunmuş; Nahçıvan’ın üçüncü bir ülkeye devredilmez kaydıyla Azerbaycan’a bağlı “özerk bir Cumhuriyet” olmasına karar verilmiştir. Nahçıvan’ın Azerbaycan ya da Türkiye’nin olduğu gerçeği Ermeniler ve Ruslara kabul ettirilmiştir. Böylece Nahçıvan’ın “Türk Kapısı” olma özelliği korunabilmiştir. Moskova Anlaşması’yla TBMM Hükûmeti sayesinde Nahçıvan Ermenilerden alınmış ve “özerk” statüde Azerbaycan’ın korumacılığı altına konulmuştur. Böylece Nahçıvan’ın “Türk Kapısı” olma özelliği korunabilmiştir. Ankara'ya dönüşünde Yusuf Kemâl Bey Atatürk tarafından kabul edildiğinde sonucu arzederken " Muhterem Paşam Nahçıvan üzerinde elden geleni yaptık ” demiş. Bu söz üzerine Atatürk “ kapımız mevcudiyetini muhafaza ediyor, bizim için mühim olan budur ” cevabını vermiştir. Yukarıda da işaret edildiği üzere, yedi ay sonra 13 Ekim 1921’de TBMM Hükûmeti ile üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında Kars antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır. Nahçıvan’ın Moskova Andlaşması ile belirlenen statüsü 3 Sovyet Cumhuriyeti tarafından da teyit edilmiştir. Türkiye, 1921 yılında imzalanan Moskova ve Kars Antlaşmaları ile Azerbaycan’ın himayesi altındaki Nahçıvan Özerk Bölgesi’nin günümüze kadar statüsünün belirleyicisi ve garantörü olmuştur. TBMM Hükûmeti’nin bir diğer çabası da, Azerbaycan’a egemen bir devlet gibi muamele etmek ve başka devletlerin de bu şekilde davranmasına yol açmak olmuştur. Bu amaçla Azerbaycan ile ayrı bir anlaşma imzalamak istemiştir. Oysa Sovyet Azerbaycan Hükümeti TBMM ile ayrı bir anlaşma yapmaya yanaşmamıştır. [xxvii] J. Osmanlı Hükûmeti’nin Millî Hareket “Bolşevik” Propagandası: Atatürk’ün Millî Mücadele hareketini başlatmasıyla birlikte İstanbul Hükûmeti, hareketi baltalamak için Anadolu’da yıkıcı bir propaganda başlatmıştır. Bu çerçevede ağırlıklı olarak Millî Hareket’in Bolşevik Rusya ile yakınlaşma arayışında bulunması da konu edilmiştir. Propaganda faaliyeti Avrupa ve ABD’de de yapılmıştır. Bu kampanyaya çeşitli basın organları, bazı cemiyetler ve bilhassa İtilaf Devletleri destek vermiştir. Atatürk’ün bu propagandaya Büyük Nutuk’ da değinmiş ve şunları da ifade etmiştir: “…..Milletimizin asil harekâtını kötüye yormaktan ve ilan etmekten geri kalmayan kötü niyetli alçakların çok olduğu muhakkaktır. Fakat, çok esef vericidir ki, bu kötü niyetli mel’unların başında, sonsuza dek yaşayacak devletimizin Sadrazamı Ferit Paşa ve nezaret mevkilerinde bulunan Adil Bey, Süleyman Şefik Paşa gibi devlet adamları bulunuyor. Memleketimize takım takım Bolşevikler girdiğini ve millî harekâtın Bolşevik harekâtı olduğunu resmen ilân eden ve yayan bu bedbahtlardır…. ” [xxviii] I. Dünya Savaşı sonunda Avrupa’da sağlanacak barış düzeninin temellerini oluşturması düşüncesiyle 1918 yılında 14 maddelik “Barışın Prensipleri Bildirisi” yayınlamış olan ABD Başkanı Wilson için savaş sonrasında bağımsız bir Ermenistan devleti kurulması fikri bir saplantı ve tutku haline gelmiştir. İngiltere, Fransa ve İtalya bağımsız Ermenistan devletinin ABD’nin manda idaresi altında kurulmasını savunmuşlardır. Başkan Wilson, ABD’nin Ermeniler üzerinde manda idaresi görevini yüklenmesi halinde ne gibi sorumluluklar altına gireceğinin incelenmesi maksadıyla bölgeye bir heyet gönderilmesini kararlaştırmıştır. Oluşturulan heyete Tümgeneral James G. Harbord başkanlık etmiştir. Bazı kaynaklarda, heyetin ABD tarafından oluşturulmuş olmasına rağmen, Paris Barış Konferans’ı namına görev yaptığı belirtilmektedir. İnceleme bölgesine gitmek üzere önce İstanbul’a gelen heyet Anadolu’ya geçmiş ve General Harbord 22 Eylül 1919 günü Sivas’ta Atatürk ile görüşmüştür. Görüşmeden sonra Atatürk Harbord’a ifade etiklerini bir muhtıra şeklinde yazılı olarak da General’e iletmiştir. Bu muhtırada Bolşevizm hakkında şu ifadelere yer verilmiştir: ".....Bolşeviklere gelince, ülkemizde bu öğretinin hiçbir yeri olamaz. Dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal yapımız bütünüyle böyle bir düşüncenin yerleşmesine uygun değildir. Türkiye'de ne büyük kapitalistler ne de milyonlarca işçi vardır. Öte yandan tarımsal bir problemimiz yoktur. Son olarak sosyal yönden dinsel ilkelerimiz, Bolşevizm’i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır. Türk Milleti’nin bu öğretiye karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve daha da ötesi, gerektiğinde savaşmaya hazır olduğunun en iyi kanıtı, Ferit Paşa'nın Bolşevizm’in ülkede yayıldığı ya da yayılmak üzere olduğu yolundaki gerçek dışı söylentilerine karşı Millet’in duyduğu kaygılardır…..” [xxix] K. Millî Mücadele Döneminde Konuşmalarda Dış Politika Atatürk’ün TBMM’de yaptığı konuşmalar Millî Mücadele yıllarındaki dış politikamızın esasları ve seyri hakkında somut açıklamaları içermektedir. Bu konuşmalardan bazı alıntılar yıllar itibarıyla aşağıda yer almaktadır: a. Atatürk, 24 Nisan 1920 (Mustafa Kemâl Paşa, TBMM Başkanı): “…. Yine en önemli kurallardan birisi, devletin, milletin iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve vazgeçmeyecek esas kabul edilmiştir. Ancak, bu ana şart daima saklı ve saygıdeğer tutulmak üzere, ülkemizin bayındırlık durumunu, milletimizin varlığını ve genel olarak düşünce düzeyimizi göz önünde tutacak olursak, bütün dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırdığımızda itiraf etmek zorundayız ki, biraz değil, çok geri durumdayız. Bu nedenle durumu değiştirmek için çok büyük kaynaklara, çok çeşitli araca, kısacası her şeye ihtiyacımız vardır. Milletimizin ilerleme ve yükselmesi için ve ülkenin bayındırlığı için, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi dışarıdan almak konusunda doğal olarak tam bir olgunlukla hareket edeceğiz, dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz ettiğim gibi, bağımsız kalmak görünüş ve yetkisini daima korumak şartı ile... Erzurum Kongresi’nin esas şartları bunlardan oluşuyordu .” [xxx] b. Atatürk, 1 Mart 1921 (Mustafa Kemâl Paşa, TBMM Başkanı) : “Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir yıldan beri olgun bir başarı ile sürdürdüğü ve uyguladığı iç ve dış politika, fiili sonuçları ile tamamen açıklığa kavuşmuştur.” “….. politikamızda belirli olan prensiplere bu güne kadar bağlı kaldığımız gibi, bundan sonra da, milletin geliştirilmesini, egemenliğin korunmasını sağlayacak olan bu politikamızı korumaya devam edeceğimiz tabiidir… ..” “ Dış politikamızda, milletin yararına gerekli bulunan esasları içine alan tamamen bağımsız ve bağlantısız bir politika izleyeceğiz. Meclisimiz ve Meclisimizin hükûmeti cenkçi ve maceraperest olmaktan uzaktır. Tam tersine barış ve esenliği tercih eder…..bu esaslar içinde gerek doğu ve gerek Batı devletleri ile daima iyi ilişkiler ve dostluk bağları aramaktayız. Doğuda Azerbaycan, Kuzey Kafkas ve Afganistan hükümetleriyle samimi ve cidanî ilişkiler kurduğumuz gibi, Irak ve Suriye islâm halkıyla da fevkalâde samimi bağlar kurduk. Bizce önemli olan bu bağları korumaktayız.” “ İran hükûmetiyle de ilişkilerimiz vardır. Bunu doğrulamak görevimizdir. Ermenistan ve Gürcistan ile aramızdaki ilişkilerin de yakında düzeleceğini ve milli yararlarımıza uygun bir şekle ulaşacağını ümit ederiz.” “ Rus Bolşevik Cumhuriyetiyle mevcut ilişkilerimiz iyi bir şekilde oluşmakta ve devam etmektedir. Ve bu ilişkiyi halen Moskova'da bulunan yetkili heyetimizin katıldığı konferansta daha ciddi esaslara dayandırarak kuvvetlendirmeye çalışmaktayız. Bu çalışmamızın tamamen millet arzusuna uygun olacağına şüphe yoktur .” “ Batı alemine gelince; itilâf devletlerinden bazılarıyla zaman zaman yarı resmi temaslar yapılmış ve daima memleket ve milletimizin yararına olmak şartıyla dünyada barış ve huzuru sağlama imkânı artmıştır. İngiliz siyasi devlet adamları, bizim barışsever amaçlarımızı daima anlamamış görünmüşlerdir .” “ Milletimizin bir yıllık uğraşı sonucunda var oluşu ve bağımsızlığının savunulması konusundaki azim ve kararının sarsılmaz olduğu açıkça görüldü. Milletimiz, İstanbul'da padişahın huzurlarında toplanan Saltanat Meclisi’nde ayağa kalkılarak alınan karara dayanılarak İstanbul hükûmetinin kabul ettiği Sèvres Antlaşması’nın altındaki idam kararının yok etme niteliğini anladı. Milletimiz Sèvres Antlaşması’nın Türkiye'de uygulama alanı bulamayacağını, kararlı mücadelesi ile maddeten ispat ettikten sonra, itilâf devletlerinin siyasi devlet adamları bizimle görüşmeye gerek duymuşlardır .” “ Geçen yılın bu günlerinde gelen barışla ilgili haberler, herkese üzüntü veriyordu; her tarafta düşmanların maddi ve manevi hücumları ile karşı karşıya idik. Herkes bize karşı idi. Bu gün bütün dünya davamızın kutsallığını anlamış bulunuyor. İnsanlık dünyası ve medeniyet bize her taraftan günden güne artan bir güler yüz gösteriyor. Geçen yılın bu günlerini derin bir kaygı ve üzüntü içinde yaşayan milletimiz, bu yılın aynı günlerinde kararlı ve metin olup şunun eserini görmekle övünmelidir. Geçen yılın bize getirdikleri en büyük yıkım ve uğursuzluk Sèvres Antlaşması idi. Efendiler, düşmanların bütün bir yıllık çabalarına karşılık sonuçta bugün Sèvres Andlaşması hükümleri fiilen ve hükmen yoktur. ” [xxxi] c. Atatürk, 1 Mart 1922 (Mustafa Kemâl Paşa, TBMM Başkanı) : “…. Bu yıl dış ilişkilerimiz sonuçlarına göre, bizce hayırlı birçok güzel olayla doludur…..Rusya ve Doğu devletleriyle ilişkilerimizin bu günkü durumu, dünyanın ekonomik ve politik durumundan doğan değişmesi mümkün olmayan birtakım tabii nedenlerin etkisinde hepimizin yararına, emeline uygun bir biçimde gelişmekte ve sağlamlık kazanmaktadır…..Ülkemizin gerek politik gerek ekonomik ölüm hükmünü ilan eden Sevr Antlaşmasının uygulanmasına engel olmak üzere, ulusumuzun girişmek zorunda kaldığı kararlı mücadelesi karşısında, o antlaşmanın bize zorla kabul ettirilemeyeceğini birçok kanlı mücadelelerden sonra anlayan İtilâf devletleri, bizi Londra'ya davet etmişlerdi. Pek az süre önce asi sayılan Hükümetimizin böyle bir konferansa resmen davet edilmesi, ulusumuz yönünden önemli bir siyasi başarıdır. Bu davet Sevr Antlaşmasının fiilen ve hükmen yok olduğunu göstermesi dolayısıyla da, giriştiğimiz bu mücadele yolunda, başarıyla bir aşamaya ulaştığımızı görmekteyiz. Milli Misakımız içinde akdedilebilecek bir barışı imzalamaya hazır olduğumuzu bütün dünyaya göstermek amacıyla katıldığımız bu konferanstan hiçbir sonuç çıkmadı. Londra Konferansı görüşmeleri sırasında ne kadar anlaşmaya yatkın hareket ettiğimizi hepiniz biliyorsunuz. Belki, olayı silah kuvvetiyle çözümleyebileceğini zanneden Yunanistan anlaşmaya yanaşmadı…..Geçen yıl Fransızlarla esirlerin değiştirilmesi hakkında başlatılan ve iyi bir şekilde sonuçlandırılan görüşmeler, Ankara'da imzalanan Türkiye - Fransa anlaşması ile sona erdi…..Bu anlaşmanın genel ve temel bir önemi vardır ki, o da bununla Sevr Antlaşmasını sağlayan İtilâf devletlerinin önemli bir taraftarı olan Fransa'nın adı geçen antlaşmanın uygulanmasının mümkün olmadığını fiilen ve hukuken kabul etmiş olmasıdır….. İç politikamızda olduğu gibi, dış politikamızda da ana amacımız Misakı Milli hükümlerini içermektedir. Misak-ı Millî’yi kabul ederek, maddi ve manevi alanda tam bağımsızlığımızı kabul edenleri derhal dost kabul ederiz. Tam ve gerçek bağımsızlığımızı açık ve samimi şekilde ilk önce kabul ederek, bize barışma elini uzatan Rus Şuralar (Sovyetler) Cumhuriyeti ile dostluk bağlarımızın kuvvetlendirilmesi dış politikamızın temelidir. Bu temel tam bağımsızlığımızı kabul edecek herhangi bir devletle ilişki kurmamıza tabiî ki engel olamaz….. ” L. Büyük Zafer: Atatürk, Türk Milleti’ni düşmanla andlaşmaya dayanan barış ve huzur ortamına kavuşturmak için İstiklâl Savaşımızda kesin zaferin elde edilmesi gerektiğinin idraki içindeydi. Atatürk bunu da gerçekleştirdi. Atatürk, 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da başlattığı kurtuluş, millî bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini 9 Eylül 1922 Cumartesi günü İzmir’de kesin askerî zaferle sonuçlandırmıştır. Bu kesin sonucu getiren de O’nun verdiği emirle 26 Ağustos 1922 Cumartesi günü şafakla başlayan Büyük Taarruzun 30 Ağustos Çarşamba günü Dumlupınar’da Büyük Zaferle sonuçlanması ve 1 Eylül Cuma günü Dumlupınar’da verdiği “ Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri! ” emri [xxxii] üzerine düşmanın takip edilerek 9 Eylül’de İzmir’in işgalden kurtarılması olmuştur. Vatanımız düşman işgalinden, Milletimiz de emperyalizmin esaretinden kurtarılmıştır. Atatürk Büyük Taarruz’u Nutuk’ta şu sözlerle anlatmaktadır: “…..26 Ağustos sabahı Kocatepe'de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 5.30 da topçu ateşimizle taarruz başladı…. 26, 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün zarfında düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğunda bulunan müstahkem cephelerini düşürdük. Mağlup olan düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos'a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. 30 Ağustos'ta icra ettiğimiz muharebe neticesinde (buna Başkumandan Muharebesi unvanı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini imha ve esir ettik. Düşman ordusu başkumandanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına dahil oldu. Demek ki, tasavvur ettiğimiz kati netice beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir genel istikametinde hareket ederken, diğer kısımlarıyla da düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini mağlup etmek üzere hareket ediyorlardı…. Başkumandan Muharebesi'nin neticesine kadar her gün büyük muvaffakiyetlerle gelişen taarruzumuzu resmi tebliğlerde gayet ehemmiyetsiz harekattan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, vaziyeti mümkün olduğu kadar cihandan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunu tamamen imha edeceğimizden emin idik. Bunu anlayıp, düşman ordusunu felâketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi münasip görmüş idik. Hakikaten, bizim hareketimizi hissettikleri zaman ve taarruzumuzu müteakip müracaatlar vaki olmuştur. Mesela, taarruz etmekte bulunduğumuz sırada İcra Vekilleri Reisi olan Rauf Bey'den, mütareke hakkında İstanbul'dan bildirimde bulunulduğuna dair 4 Eylül 1 922 tarihli bir telgraf almıştım…. Afyon Karahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamen imha veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı izah ve vasıflandırmak için söz söylemeyi lüzumsuz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subaylar ve kumanda heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk Milleti’nin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölümsüz abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.” [xxxiii] 3. Lozan Barış Konferansı Döneminde Dış Politika Ordularımızın İzmir’i de düşman işgalinden kurtarması ateşkesi sağlamıştır. A. Mudanya Mütarekesi: İşte bu kesin Zafer üzerine Vatanımızı işgal etmiş bulunan İtilâf Devletleri Ankara Hükümeti’ne mütareke teklif etmişlerdir. Ankara Hükûmetiyle 11 Ekim 1922’de imzalan Mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu siyaseten ve hukuken sona ermiştir. Mudanya Mütarekesi müzakereleri sırasında teati edilen notalarla arış görüşmeleri için Lozan’da bir Konferans toplanmasına karar verilmiştir. B. Ülkenin Durumu ve İhtiyaçları: Savaş alanında Millî Mücadele zafere ulaşmışsa da ve savaş fiilen sona ermişse de millî müstakil varlığımız için yapılacak daha çok ve büyük işler vardı. Çünkü Vatanımız, Balkan Savaşlarında, Birinci Dünya Harbi yıllarında, işgal döneminde, kurtuluş ve istiklâl savaşımız sırasında harap olmuştu. Kaynakları tükenmiş, çok fakirleşmişti. Öncelikle, savaş durumunun hukuken de sona erdirilmesi gerekiyordu. Milletimiz kendi bağımsız ve egemen Devletine sahip olmalıydı. Bu Devlet uluslararası plânda tanıtılmalıydı. İç ve dış güvenlik sağlanmalıydı. Milletin yaraları sarılmalı; ülke yeniden inşa edilmeli, neredeyse durmuş vaziyetteki ekonomik hayat harekete geçirilmeliydi. Köklü inkılâpların gerçekleştirilmesine, çağdaş reformların yapılmasına, eğitim alanında hızlı hamlelere ihtiyaç vardı. Ordumuzun yeniden yapılandırılması ve donatılması da ihmal edilemezdi. Bu muazzam işlerin gerçekleştirilebilmesi için de Türkiye’nin dost dış yardımlara ve siyasî, diplomatik ve ekonomik desteğe de elbette ihtiyacı olacaktı. Bütün bu gerçekler Türkiye’nin bölgesinde uzun yıllar barış ve güvenlik içinde yaşamasını zorunlu kılıyordu. Bunun için de dostane yaklaşımlarla barışçı ve dengeli bir dış politika izlenmesi gerekiyordu. C. Atatürk’ün Amerikalı Gazeteciye Cevabı: Mustafa Kemal Paşa 17 Ocak 1921 tarihinde United Telegraph Gazetesi Muhabirine verdiği mülâkatta [xxxiv] kendisine tevcih edilen “Gelecekte ne gibi bir politika izleyeceksiniz?” sorusuna şu cevabı vermiştir: " Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitimimiz aşağı seviyededir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma yegâne ve kat'i emelimizdir. Binaenaleyh sulh ve sükûn içinde medeniyetin ciddî çalışmalarına muhtacız. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları tatmine matuf olacaktır. ” D. Lozan Barış Konferansı ve Barış Andlaşması: TBMM Hükûmeti’nin İsmet Paşa (İnönü) başkanlığında Lozan Barış Konferansı’na katılan Heyeti, Lozan Konferansı’nın “kurtlar sofrası” mahiyetindeki masasında ve bu masanın üzerine kurulduğu kaygan diplomasi zemininde 11 Kasım 1922 – 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında cereyan eden çetin diplomatik müzakereler sonucunda, Türkiye’yi çevreleyen iç ve dış ağır şartların gerektirdiği amaç ve hedeflere uygun bir Andlaşma elde etmiştir. Atatürk’ün emsalsiz önderliğinde kazandığımız İstiklâl Savaşımız, TBMM Hükûmeti’nin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın 24 Temmuz 1923 Salı günü Lozan Barış Konferansı’nda imzaladığı Barış Andlaşması ile taçlanmıştır. Atatürk’ün Andlaşma’nın imza edildiği gün İsmet İnönü’ye gönderdiği tebrik mesajının Büyük Nutuk’da yer alan metni şöyledir: “Lozan'da Delege Heyeti Reisi, Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri'ne, Millet ve Hükümet’in Zatıâlileri’ne vermiş olduğu yeni vazifeyi muvaffakiyetle tamamladınız. Memlekete bir dizi faydalı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir muvaffakiyetle taçlandırdınız. Uzun mücadelelerden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetiniz dolayısıyla Zatıalinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve mesainizde size yardım eden bütün Delege Heyeti üyelerini teşekkürlerle tebrik ederim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal” Atatürk, Büyük Nutuk’unda Lozan Barış Andlaşması’nı şu ifadelerle değerlendirmiştir: “….Bu andlaşma, Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte, emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir. ” Lozan Barış Andlaşması, Türkiye’nin, mutlak bağımsız ve egemen bir devlet ve milletlerarası camianın hukuken eşit bir üyesi olarak doğduğunu tescil eden belgedir. TBMM’nin 29 Ekim 1923 günü “Türkiye Cumhuriyeti” olarak ilân ettiği Devletimizin “tapu senedi” mahiyetindedir. Lozan Andlaşması, aynı zamanda da genel olarak dış siyasetimizin, özel olarak da Kıbrıs ve Türk-Yunan münasebetlerine dair strateji ve politikalarımızın “ahde vefa” ilkesi esas alınarak yürütülmesinde on yıllar boyunca gözettiğimiz dengelerin oluşturulmasını sağlayan unsurlar manzumesidir. Bu dengeler için dış siyaset terminolojimizde “ Lozan dengesi ” kavramı kullanılmaktadır. E. Atatürk’ün TBMM’deki Konuşmalarında Lozan Barış Konferansı: Atatürk TBMM’de, Türkiye’nin Lozan barış Konferansı’na uyuşma arzusuyla ve barış elde etme amacıyla katılmış olduğunu vurgulayan konuşmalar yapmıştır. Konuşmalarından bazı alıntılar aşağıdadır. a. Atatürk, 1 Mart 1923 (Mustafa Kemâl Paşa, TBMM Başkanı) : “ Bildiğiniz gibi, uyguladığımız politika, barışsever bir politikadır. Ülkemizi hiçbir hak ve hukuka dayanmadan çiğnemek ve çiğnetmek girişimi, muzaffer Ordumuzun önemli ve cansiperane çabaları ile layık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve ulusumuz tarihin çok az kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır. Barışın sağlanması için her fırsattan yararlanan hükümetimiz, büyük zaferimizden sonra da harekâtı durdurarak ateşkesi sağlamış ve uzun gecikme ve zorluklarla ancak 20 Kasım’da açılan Lozan Konferansı’na gerçek bir uyuşma arzusu ile katılmıştır. Konferanstaki delegelerimiz, bütün Konferans boyunca Türk Milleti’nin her medeni ve yetenekli millet gibi yaşamaktan başka bir amacı olmadığını sürekli biçimde, sabırla açıkladılar. Konferans’tan kesin sonuç alınamadı. Türk Milleti’nin, idari, mali, ekonomik ve hukuki bağımsızlığına ve yaşamına kendisinin sahip çıkması, hiçbir milleti rahatsız etmemesi gereken ölümsüz bir doğal haktır. Bu kadar doğal bir gerçeği kabul etmek, barışın sağlanması için yeterlidir. Fakat yıllardan beri olduğu gibi, Türk Milleti’nin hayat hakkını herhangi bir şekilde ruhen, fiilen ve gerçek şekilde kabul etmemekte direnmek ne sonuç verirse versin, Türk Milleti bağımsızlığını gönül rahatlığı ve vicdan rahatlığı ile kabul etmektedir ve bunu sürdürecektir. Görüyorsunuz ki, dünya barışını sağlamak şimdi ve sonra müttefiklerin elindedir… ” [xxxv] b. Atatürk, 13 Ağustos 1923 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, TBMM Başkanı) : “ Bu yasama dönemi, aynı zamanda, yeni Türkiye Devletinin, yeni tarihinde mutlu bir geçiş dönemine rastlamaktadır…..Dış ilişkilerimiz konusunda fazla bir şey söylemeye gerek görmüyorum. Bu konudaki kararlı özelliğimiz dünyada bilinmektedir. Bütün komşularımızla ve diğer devletlerle dost bir şekilde geçinmeye ve karşılıklı saygı ve bağlılığa dayanan politikamızı sürdürmeye kararlılığımız kesindir. Ayrıca şunu da açıklığa kavuşturmak isterim ki, barış dönemine gerçek bir içtenlikle ve ciddi bir sükûn isteği ile giriyoruz….. Efendiler,….vatan dediğimiz kutsal varlığa genel olarak bakalım. Onun, yaşam için, uygarlık için erişilebilecek her şeyden yoksun bir kara toprak alandan oluşan bir biçimde bırakılmış olduğunu görürüz. Kara toprak alanın altında defineler ve üstünde soylu ve kahraman bir Millet yaşıyor. İşte biz, bütün bu uzun ve dayanılması zor mücadeleleri bu kutsal ata mirasının özgür ve bağımsız sahibi olduğumuzu ve sonsuza dek olacağımızı kanıtlamak için yapmış bulunuyoruz. Vatan ve milletin bağımsızlığı, dokunulmazlığı adına yapmış bulunuyoruz. Bundan sonraki çalışmalarımızda da amacımız aynı dokunulmazlık ile huzur ve güvenliğin sağlanması ve korunması olacaktır… ” [xxxvi] 4. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasından İtibaren Atatürk Döneminde Dış Politika A. Dış Politikanın Güttüğü Hedefler: İstiklâl Savaşımızın öncelikli tek hedefi vatanımızı düşman işgalinden kurtarmak ve Milletimizi kendi bağımsız ve egemen devletine kavuşturmak olmuştur. Bu hedeflerin gerçekleşmesinden sonra da Atatürk devrindeki dış politikamızın öncelikli amacının ve hedefinin Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının, egemenliğinin, toprak bütünlüğünün ve üniter anayasal yapısının korunması ve millî güvenliğinin sağlanması olduğunu söylemek yanlış olmaz. Lozan Andlaşması’ndan sonra Türkiye’nin stratejik önemi azalmamış, aksine artmıştır. 1923’den sonra Türkiye Avrupa’nın bütün güçlü Devletleriyle komşu durumuna gelmiştir. Sovyetler Birliği Doğu bölgemizde komşumuz olmuştur. İngiltere Irak manda idaresi ve Kıbrıs vasıtasıyla; Fransa da Suriye manda idaresiyle sınırdaş olarak Türkiye’nin Güneyine yerleşmişlerdir. 12 adayı ve Meis’i ele geçirmiş olan İtalya da Akdeniz’deki komşumuz olmuştur. Güçlü devletlerle sınırdaş komşu olması Türkiye’nin Millî Mücadele’den sonra gerçekçi, dengeli bir dış politika takip etmesini zorunlu kılmıştır. [xxxvii] Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren Dış Politikada şu ana hedeflere yönelmiştir. i. Millî bağımsızlığımızın ve egemenliğimizin korunması; ii. Yapılan barışın devamlı kılınması; iii. Hayat tarzımızda ve yönetim şeklimizde çağdaşlaşmanın sağlanması. Bu hedeflere ulaşmak için de “ ahde vefa ” ilkesinin gözetildiği; Türkiye’nin ülkesinde hakim kılmak istediği demokrasi, laiklik, sosyal adalet, hukuk devleti gibi çağdaş değerlere saygılı devletlerle barış içinde yaşamayı, ilişki ve işbirliğini güçlendirmeyi amaçlayan dengeli bir dış siyaset güdülmüştür. [xxxviii] Türkiye Cumhuriyeti komşularıyla ve dünyanın diğer belli başlı Devletleriyle dış ilişkiler ağını örmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 15 yılında uyguladığı dış politikaya ve elde edilen sonuçlara dair somut ifadeler Cumhurbaşkanı Atatürk’ün ve Başbakan İnönü’nün TBMM’deki konuşmalarında yer almaktadır. Örneklerini aşağıya kaydediyorum. B. Başbakan İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmasında Dış Politika: Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci Hükûmeti’nin Başbakanı İsmet Paşa (İnönü) programını TBMM’ne sunarken dış politikamızı şu ifadelerle açıklamıştır: a. İsmet Paşa, Başvekil, 30 Ekim 1923 : “ Cumhuriyet Hükümeti’nin münasebatı hariciyede (dış ilişkilerde) üssülesası (en temel ilkesi) Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyetini (varlığını) ve tamamiyetini (bütünlüğünü) sağlam tutarak menafi-i hayatiyesini (hayatî menfaatlerini) göz önünden ayırmamak esası dâhilinde müsalemeti (karşılıklı barışı), huzuru, hüsnü münasebatı (iyi ilişkileri) mümkün olduğu kadar tevsi (genişletmek) ve teyid emekten ibarettir. Hemhudutlarımızla (sınırdaşlarımızla) ve…henüz münasebata (ilişkilere) girmediğimiz devletlerle samimî bir dostluk tesisi için bütün kuvvetimizi sarf edeceğiz. Göreceğimiz hüsnüniyete (iyi niyete) fazlasıyla mukabele edeceğiz. Bu esaslar dâhilinde Türkiye Cumhuriyeti menafii hayatiyesini (hayatî menfaatlerini) muhafaza etmek (korumak) için son derece dikkatli olacaktır .” [xxxix] C. Cumhurbaşkanı Atatürk’ün TBMM Konuşmalarında Dış Politika: Atatürk’ün dış politika hakkında çok sayıda konuşması vardır. Biz bu incelemede TBMM’nin yasama dönemlerini açış konuşmalarından alıntılarla konuyu işleyeceğiz. a. 1 Mart 1924 (Gazi Mustafa Kemal Paşa, Reisicumhur) : “ Cumhuriyet’in siyaset-i hariciyede veçhesi (yüzü) müstakimane (düz biçimde) ve halisane (samimiyetle) olarak sulhun (barışın) ve muahedatın (antlaşmaların) muhafazasına (korunmasına) müteveccihtir (dönüktür).” [xl] b. 1 Kasım 1924 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur) : “ İzninizle dış politika durumumuz konusunda bir özet vermek istiyorum. Geçen yasama yılında, Lozan Barış Antlaşması yürürlüğe konulmuştur. Bu şekilde uzun savaş yıllarından sonra süregelmiş olan zor dönem ortadan kalkmış ve Türkiye Cumhuriyeti ile antlaşma imzalayan devletler arasındaki ilişkiler normal duruma girmiştir. Sonuca bağlanmamış sorunlar, antlaşmanın öngördüğü doğal bir akışa bırakılmıştır. Musul ili için hak ve adalete uygun olarak kabul edileceğini umduğumuz kararı beklemekteyiz. İkinci olarak, statükonun korunmasında ortaya çıkan anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti Meclisi’nde geçici bir şekilde düzeltilmesi için başvuruda bulunulduğu haber alınmıştır. Fransa Cumhuriyeti ile geçen yıl başlarında ortaya çıkmış olan sınır olayı ivedi olarak ortadan kaldırıldıktan sonra; iki Cumhuriyet arasında yakın, açık ve dostça duygular sevindirici bir biçimde gelişmektedir. İtalya ile politik ve ekonomik ilişkilerimizin içtenlikle gelişme gösterdiğini sevinerek bildiririm. Eski dostumuz Rusya Sovyet Cumhuriyeti’yle ilişkilerimiz dostluk çerçevesinde her gün daha çok gelişmekte ve ilerlemektedir. Cumhuriyet hükümetimiz, Rusya Sovyet Cumhuriyeti ile gerçek ve iyi ilişkilerini geçmişte olduğu gibi, politik prensip saymaktadır. Lehistan Cumhuriyeti ile ilişkilerimiz dostane bir şekilde gelişmektedir…..Geçen yasama döneminde onaya arz edilmemiş olan yeni antlaşmalar, yüce Meclis’e sunulacaktır. Yüce Meclis’in kabullerine sunulacak olan bu antlaşmalar ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Amerika, İspanya, İsveç, Felemenk, Çekoslovakya devletleriyle resmî ilişkilerimizi yeni kurallara göre kurmuş olacağını bilgilerinize sunarım. İran ile ve Afganistan ile ilişkilerimiz dostane olarak devam etmektedir .” [xli] c. 1 Kasım 1925 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur) : “ Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası uygarlık ailesinde ihmal edilmemesi gerekli bir güç ve barışçılık unsuru olduğu geçen bir yıl içinde bir kez daha belirlenmiştir. Aramızda siyasi ilişkilerin resmen kurulmamış olduğu devletlerle yeniden antlaşmalar yapılmıştır. Yeniden yapılmış olan antlaşmalar Yüce Meclis’e sunulacaktır… ” [xlii] d. 1 Kasım 1926 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur): “ Dış politikamız öteden beri özlediğimiz barış ve dostluk yolunda olumlu sonuçlarla gelişmektedir…. Biz uluslararası ilişkilerde karşılıklı güven veren ve bu güvene uymayı amaçlayan, açık ve buna sahip çıkan politikanın en sıcak taraftarıyız. ” [xliii] e. 1 Kasım 1927 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur): : “ Cumhuriyet’in iç ve dış politikası, gelecekte de saygınlık, kuvvet ve doğruluk ve Türk Milleti’nin bütün güçlerini onun zenginliği, mutluluğu ve gelişmesine yöneltmesi ve bu konulara yoğun ilgi göstermesi ile belirlenecektir. Cumhuriyet’in varlığına ve yönetimine ve ulusun yararına karşı olabilecek içte ve dışta herhangi bir kötü niyete karşı, her an korumaya hazır bulunmak, dışta dostluklara ve barışçı çalışmalara yardımcı ve vefakâr olmak ve içte vatandaşların güvenlik içinde çalışması ve gelişmesini sağlamak yeni çalışma döneminde de gerçekleştirmeye çalışacağımız temel amaç olacaktır. ” [xliv] f. 1 Kasım 1928 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur): : “ Dış politikamızda dürüstlük, ülkemizin güvenliği ve gelişmesinin korunmasına önem verilmesi prensibi, davranışlarımıza rehber olmaktadır. Önemli reform ve gelişmeler içinde bulunan bir ülkenin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru gerçek olarak arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir konu olamaz. Bu samimi arzudan esinlenmiş olan dış politikamızda, ülkenin korunması, güveninin sağlanması, vatandaşların haklarının herhangi bir saldırıya karşı bizim tarafımızdan savunulması konuları, özellikle göz önünde tuttuğumuz noktalardır. Kara, deniz ve hava kuvvetlerimizi bu ülkede barış ve güvenliği koruyabilecek bir durumda bulundurmaya bu nedenle çok önem veriyoruz. Cumhuriyet hükümeti, uluslararasında güvenlik anlaşmalarının imzalanması için özel bir çaba göstermektedir. Bize önerilen Kellogg Anlaşması’na katılmak için de aynı içtenlikle uygun görüşümüzü bildirdik.” [xlv] g. 1 Kasım 1929 (Gazi Mustafa Kemâl Paşa, Reisicumhur) : “ Dışişlerinde dürüst ve açık olan politikamız özellikle barış düşüncesine dayanmaktadır. Uluslararası herhangi bir sorunumuzu barış vasıtalarıyla çözümlemeye çalışmak, bizim yararımıza ve zihniyetimize uygun bir yoldur. Bu yol dışında bir öneri ile karşılaşmamak için güvenlik prensibine ve onun dayanaklarına çok önem veriyoruz. Uluslararası barış havasının korunması için Türkiye Cumhuriyeti, gücü içerisinde herhangi bir görevden geri kalmayacaktır. ” [xlvi] h. 1 Kasım 1930 (Gazi Mustafa Kemâl, Reisicumhur) : “ Dış politikamızda barış ve iyi ilişkiler amacı, içtenlikle izlenecektir. Uluslararası ilişkiler de dostluklara bağlı ve hiçbir ülkeyi karşısına almayan açık ve dürüst düşünce biçimimizin gittikçe daha iyi anlaşılmakta olduğunu ümit ederim .” [xlvii] i. 1 Kasım 1931 ( Gazi Mustafa Kemâl, Reisicumhur) : “ Dış politikamızın barışçı ve doğruluklu niteliği, geçen yıl içinde bir kez daha görülmüştür. Yakın komşularımızla ilişkilerimizde samimiyet artmıştır. Uluslararası alanda, her devletle iyi ilişkide bulunmakla olumlu sonuçlar elde etmekteyiz. Türkiye'nin güvenliğini amaçlayan hiçbir ülkeyi karşısına almayan bir barış yolu izlemek, bizim değişmez prensibimiz olacaktır. ” [xlviii] j. 1 Kasım 1932 ( Gazi Mustafa Kemâl, Reisicumhur): “ Bütün ulusların güçlükle göğüs germeye uğraştığı zorluklar içinde ulusumuz büyük canlılık, hükümetimiz yerinde davranış göstermektedir. Komşularımızla ve bütün uluslarla ilişkilerimiz ciddi, içten, barış ve güven fikrine dayalı olarak gelişmektedir . Dostlar arasında dürüst bir durumun korunması bizim her zaman çok önem verdiğimiz bir esastır . [xlix] k. 1 Kasım 1933 (Mustafa Kemâl, Reisicumhur) : “ Balkanlarda ve Orta Avrupa'daki devletler arasında Türkiye Cumhuriyeti, ancak politikasının dürüst ve açık niteliği nedeniyle gerçek yerini korumaktadır. Özen gösterilmesi gereken bu politikanın gereğini dikkatle göz önünde bulundurmaktayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer devletlerle ilişkilerinin, aradaki antlaşmaların hükümlerine ve uluslararası dostluk gereklerine uygun olarak genellikle iyi olduğunu söyleyebilirim. ” [l] l. 1 Kasım 1934 ( Gazi Mustafa Kemâl, Reisicumhur) : “ Dışişlerindeki aralıksız çalışmalarımızda, genel politikamız, ulusal ülkümüze uygun olarak yürütülmüştür. Bundan ötürü, Büyük Millet Meclisini ulus işlerine gösterdiği özen, ulusumuzun canlılığı, gerçekten övünç ile anılmaya değer…Uluslararası politika, geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü. Bu yüzden de bütün ülkeler de silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet Hükûmeti de, bu nedenle bir yandan ulusal koruma gücünü pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir. Cumhuriyet Türkiye'sinin, dostluklarına çözülmez bağlılığı, geçmiş yıllarda, türlü durumlarda denemiştir. Ulusumuzun dünyaca tanınmış özlülüğünün gereği de karşılıklı verilmiş sözü tutmaktır. Bunun için ne kadar özenildiği, bundan böyle de özenileceği bellidir. Balkan Antlaşması Balkan devletlerinin, birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslemesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu açıkça bellidir. Ankara'da toplanmış olan Balkan antlaşma divanının verimli ve yerinde çalışmalarını, ulusumuz sevgi ile karşıladı.” [li] m. 1 Kasım 1935 (Kemâl Atatürk, Reisicumhur) : “ Olaylar, Türk ulusuna iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: Yurdumuzu ve haklarımızı koruyabilecek güçte olmak. Barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek. Barışın bozulması nedeniyle üzüntü duymamak imkânsızdır. Bu durumda bu günkü ağır anlaşmazlıkların ortadan kalkması, uygar insanlığın başlıca dileği olmalıdır. Bizim barış ülküsüne ne kadar bağlı olduğumuzu, bu ülkünün güvenlik altına alınmasındaki dileğimizin ne kadar köklü olduğunu açıklama gereği görmüyorum. Bu konuda çalışan Milletler Cemiyeti’nin deneylerden yararlanarak prensiplerini geliştirmesi ve barışı korumak için gücünü artırması en üstün arzumuzdur…Son uluslararası olaylar Türk Ulusu için kuvvetli bir hava ordusunun ne denli önemli olduğu konusunda bir kanıt olmalıdır. Çok emekle kurduğumuz, canımızla korumaya ant içtiğimiz kutsal yurdun, havadan saldırılara karşı güvenlik altında bulunması demek, bize saldıracaklara, kendi yurtlarında bizim de aynı zararları yapabileceğimize güvenimiz demektir…” [lii] n. 1 Kasım 1936 (Kemâl Atatürk, Reisicumhur) : “ Bu yıl içinde uluslararası bakımdan bizim için mutlu olaylar oldu. İngiltere kralı sayın Majeste VIII. Edward'ın ziyaretini ve Boğazlarda yeni rejimin Montrö antlaşması hükümlerine göre uygulanmasının başladığını, bunların başında sayabilirim….Türkiye'nin hakkını kabul etmekle iyi dostluk ve anlayış gösteren Montrö antlaşmasını imzalayanların aynı zamanda kritik bir görünüm taşıyan uluslararası bu önemli dönemde, dengenin sağlanması için herkesin çabasını gerektiren genel barış konusuna da önemli katkıları oldu. Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamı ile Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yolu haline girmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır. Bu nedenle, karada ve denizde büyük komşumuz Sovyet Rusya ile aramızdaki, on beş yıldan bu yana her türlü deneyden geçmiş olan dostluğun, ilk gündeki güç ve içtenliğini bütünüyle koruyacağına ve doğal gelişimini sürdüreceğini söylemekle de ayrıca mutluluk duyarım. Bu yıl içinde, Afganistan'ın değerli dışişleri ve savunma bakanları ile görüşmekten de memnun oldum. Dost ve müttefik Yugoslavya'nın Sayın Başbakan’ı ve Dışişleri Bakanı’nın Milli Bayramımızda aramızda bulunması bize ayrı bir sevinç verdi. Balkanlılar arasındaki kardeşliğin sağlamlaştırılması, bizim öteden beri başlıca amacımızdır. Türk - Yugoslav bağlılığı bunun önemli belirtisidir. Diğer müttefiklerimiz ve dostlarımız ile de ilişkilerimiz iyi ve içtendir. Balkanlarda, Batı Asya'da ve Doğu Akdeniz'de sağlanan barışın devamı, eski dünyanın diğer birçok yerlerine oranla, daha sağlam görünmektedir. Türkiye'nin bütün devletlerle ilişkilerinin iyi olduğunu, sevinerek belirtmek isterim….Milletimizi gece gündüz uğraştıran başlıca büyük bir sorun da, gerçek sahibi öz Türk olan İskenderun - Antakya ve bölgesinin geleceğidir. Bunun üzerinde, ciddiyet ve önemle durmak zorundayız. Her zaman dostluğuna çok önem verdiğimiz Fransa ile aramızda tek ve büyük sorun budur. Bu konunun gerçek ayrıntılarını bilenler ve hakka inananlar, ilgimizin gücünü ve içtenliğini iyi anlar ve doğal bulurlar. Önümüzdeki yıl, görüşmeler ve silahlanma yarışları için, büyük bir hazırlık yılı olacağa benziyor. Devletler arasındaki uyuşmazlıkların anlaşmalara varmasını içtenlikle dileriz.” [liii] o. 1 Kasım 1937 (Kemâl Atatürk, Reisicumhur) : " Dış politikamız, geçen yıl içinde de, barış ve uluslararası işbirliği yolunda gelişmiş ve yürüdüğümüz yolun değişmez olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Milletler Cemiyeti’nin geçirmekte olduğu çetin dönemlerde, Cumhuriyet Hükûmeti, bu uluslararası kuruluşa olan bağlılığını, her alanda göstererek barış idealine en uygun yoldan ayrılmamıştır. Büyük bir milli davamız olan Hatay olayının geçirdiği dönemler tarafınızdan bilinmektedir. Milletler Cemiyeti yüksek yönetimi altında yapılmakta olan görüşmeler, Hatay halkına yaraşan mutlu ve bağımsız yönetime kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi sağlayacak belgelerin kabul ve imzası ile sonuçlanmıştır. Yeni Hatay rejiminin yürürlüğe girmesine kısa bir süre kaldı. Bu rejimi, kendileri ile dostça bir düşünce doğrultusunda işbirliği yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve istenen amaca ulaşmayı sağlayacak biçimde uygulamaya başlayacaklarından şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk - Fransız ilişkilerinin dilediğimiz yolda gelişmesinde Hatay konusunun iyi bir yönde gelişmesi, önemli bir ölçü ve etken olacaktır, düşüncesindeyiz. Balkan politikamız, çok mutlu bir işbirliği yaratmayı sürdürerek kendisine çizilmiş olan barış yolunda her gün daha verimli sonuçlarla ilerlemektedir. Cumhuriyet Hükümet’inin doğuda uygulamakta bulunduğu dostluk ve yakınlık politikası yeni ve güçlü bir adım attı. Sadabat’ ta dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü Antlaşma, büyük bir sevinçle kayda değer barış eserlerinden biridir. Bu Antlaşma’nın çevresinde toplanan devletleri, aynı amacı sürdüren ve barış içinde gelişmeyi içtenlikle isteyen hükümetler arasındaki işbirliğinin gelecekte de iyi sonuçlar vereceğinden emin bulunmaktayız. Cumhuriyet Hükûmeti’nin, komşularıyla ve diğer büyük küçük devletlerle olan ilişkilerinde uyumlu bir düzen ve gelişme göze çarpmaktadır. Barış yolunda nereden bir çağrı geldiyse, Türkiye onu ilgi ile karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. İspanya olayları nedeniyle Akdeniz ve Karadeniz'de alınması gereken önlemlere, Cumhuriyet Hükûmeti en geniş bir düşünce ile katıldı. Dünyanın her yanında olduğu gibi, bizi ilgilendiren alanlarda ve bu arada Akdeniz'de barış ve dengenin korunması, bizim yakından ve ilgi ile izlediğimiz bir konudur….Doğu Akdeniz ve Karadeniz suları ile Balkanlarda ve Yakın Doğuda, geçen yıl belirttiğim ilişkiler aynen sürdürülmüştür….Dış politikamızın belirgin özelliğini kısaca anlatmış olmak için diyebilirim ki, tuttuğumuz politik yol ve hedeften ayrılmıyoruz. Son yıllarda uluslararası ilişkilerde sürekli değişiklikler olmasına karşın biz bu karışıklığın ortasında, barışseverlik dolu duygularla karşılıklı dostluklarımıza uygun hareket ediyoruz…. ” [liv] p. 1 Kasım 1938 ( Reisicumhur Kemâl Atatürk’ün rahatsızlığı sebebiyle konuşma metni Başbakan Celâl Bayar tarafından okunmuştur ): “Dış politikamızın son yıl içindeki gelişmeleri geçen yıl ana niteliklerini belirttiğim kurallar içinde gelişmiştir. Son aylar içinde barış, çetin bir sınav geçirdi. Şimdi süresini ancak bir zaman sonra anlayabileceğimiz yeni bir sessizlik dönemi içindeyiz. Barış, ulusları refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir kez ele geçirilince sürekli özen, ilgi bekler ve her ulusun ayrı ayrı hazırlığını gerektirir. Ülkemizin her gün daha çok güçlenmesini sağlamak için her alanda her türlü ihtimale karşı koyabilecek bir durumda bulunmak ve dünya, olaylarının bütün gelişimini büyük bir dikkatle izlemek, barışsever politikamızın dayandığı kuralların başlıcalarıdır. …..Cumhuriyet Hükûmeti en yakın komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan ilişkilerini, dostluklarını, anlaşmalarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve böylece dış politikamızı sağlam kurallara dayandırmıştır. Balkan politikamız, Balkan devletlerinin ayrı ayrı ve ortak yararlarının en açık bir belirtisidir. Balkan uluslarından her birinin ayrı ayrı güçlenmesi de barış yolundaki dinamik düşünce biçiminin fiili bir örneğidir…..aynı dinamizm ve aynı yüksek amaçlar, Sadabat Antlaşması hükümleri ile, ilgililerin geçmişten miras kalmış boş inanışlarını bir anda yıkarak ilişkilerini yeni ve verimli temellere dayandırmayı bildiklerini göstermiştir. Türkiye'nin diğer devletlerle olan ilişkileri geçen yıl açıklıkla belirttiğim yolda dostça gelişimler izleyerek ilerlemeyi sürdürüyor. Hatay sorununun son yıl içinde geçirmiş olduğu evreleri bilmektesiniz. Bu milli davayı bir Türk - Fransız dostluk anlaşması ile sonuçlandırmak yolundaki çalışma başarı ile sona erdi. Türk ve Fransız askerlerinin geçici ve ortak işgali, bu anlaşmanın açık belirtisi oldu. Bu nedenle sükun yerleşti ve seçimler tamamlandı. Sonunda Hatay, Millet Meclisine ve bağımsızlığına kavuştu. Bağımsız Hatay devleti bu gün güvenlik güçlerini düzenlemek ve ülkenin iç güvenliğini de kendi kendine sağlamakla uğraşmaktadır. Bunun da yakında başarılacağını ümit ediyoruz. Geçen yıl “yarınki Türk - Fransız ilişkilerinin dilediğimiz yolda gelişmesine Hatay işinin iyi bir yönde gelişmesi temel bir ölçü ve unsur olacaktır” demiştim. Doğrusu, Hatay işindeki Türk - Fransız anlaşması iki devlet arasındaki ilişkileri çok dostça bir duruma getirmiştir. Birkaç gün önce ülkemizi ziyaret eden Almanya'nın seçkin Ekonomi Bakanı Bay Funk ile 150 milyon marklık bir kredinin esaslarında anlaşmaya varılmıştır. Ayrıntılar yakında iki hükümet arasında belirlenecektir…. Egemenliğe kavuşan dost Mısır devleti ile imzalanan bir de dostluk ve konsolosluk sözleşmesi bulunmaktadır. Büyük komşu ve dostumuz Sovyet Birleşik Cumhuriyeti ile geçen yıl içinde yeni bir sınır anlaşması imza edilerek iki ülkenin sınır ilişkileri bu şekilde iki tarafın deneylerinin gösterdiği sağlam temellere bağlanmıştır. Yine geçen yıl içinde, İtalya hükümeti, Montrö'de imza edilen ve devletlerin katılımına açık bırakılan Boğazlar Antlaşmasına katılmış ve bu büyük komşu ülkenin bize karşı olan dostça tutumuna ülkemiz de aynı dostça duygularla karşılık vermiştir. ” [lv] D. Atatürk’ün Dış Politikasının Cumhuriyet Dönemindeki Başlıca Somut Sonuçları Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki dönemde Atatürk ’ün Liderliği altında takip edilen dış siyasetimize ve elde edilen başlıca sonuçlara gelince: a. Yurt’ta Sulh, Cihanda Sulh İlkesi : Atatürk’ün ve İnönü’nün konuşmalarından yaptığım alıntıların ortaya koyduğu gerçek şudur: Türkiye, Lozan Barış Andlaşmasıyla kurulan hassas stratejik dengeleri koruyarak komşularıyla ve uluslararası toplumun diğer üyeleriyle uzun yıllar boyunca dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri içinde kalmayı başarmıştır. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “ Yurtta Sulh Cihanda Sulh ” [Yurtta Barış Dünyada Barış] vecizesi çağdaş Türkiye’nin dış politikasının temel ilkesi olmuştur. “ Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ” ilkesi Anayasamızın “Başlangıç” bölümünde zikredilmektedir. Böylece aynı zamanda bir Anayasa ilkesi vasfındadır. Atatürk’ün 10. Yıl Nutkunda Türk Milleti için gösterdiği “ muasır medeniyet seviyesine ulaşma ” hedefi ile de kanaatimce, dış politikamızın ana yönü “batı” olarak işaret edilmiştir. Atatürk döneminde, Türkiye, komşularıyla, yakın çevresiyle ve Batı devletleriyle çok sayıda ikili anlaşma yapmıştır. Çok taraflı andlaşmalara katılmıştır. b. Briand – Kellog Paktı : Türkiye, 1928 yılında ABD Dışişleri Bakanı Frank B. Kellogg ile Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand öncülüğünde imzalanan ve temel ilkeleri, “ savaşın millî politika vasıta olarak kullanılmasının yasaklanması ” ve “ devletler arasındaki ihtilâfların savaş ile değil barışçı yollardan halledilmesi ” olan Briand – Kellogg Paktı’na 1929 yılında katılmıştır. Paktı imzalayan diğer devletler şunlardır: ABD, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Polonya, Belçika, Çekoslovakya, Japonya ve Sovyetler Birliği. Atatürk’ün barışçı dış politikası sayesinde Yunanistan ile uzunca bir dostluk dönemi yaşanmıştır. O kadar ki, 1934 yılında Yunanistan Başbakanı Venizelos Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü için aday göstermiştir. Türkiye, Balkan Devletleriyle ikili dostluk ve tarafsızlık anlaşmaları imzalamıştır. 9 Şubat 1934’te de Türkiye’nin inisiyatifi neticesinde Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında “ Balkan Antantı ” olarak bilinen Pakt kurumuştur. 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında “ Sadabat Paktı ” olarak tarihe geçen bir saldırmazlık anlaşması yapılmıştır. Böylece, Türkiye önce Batı’da, sonra Doğu’da bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiştir. c. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) Üye Olması Atatürk Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Versay [Versailles] barış Konferansı’nda alınan kararla 10 Ocak 1920 tarihinde kurulan Milletler Cemiyeti’ne [League of Nations] Türkiye Cumhuriyeti’nin üye olmasının Teşkilât’tan bir davet gelmesi halinde düşünülebileceğini çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. 1932 yılında Türkiye’nin Milletler Cemiyeti bakımından önemini değerlendiren Teşkilât Genel Sekreterliği bir hal çaresi arayışına girmiştir. Sürdürülen istişarelerden sonra İspanya Daimî Temsilcisi Türkiye’nin üyeliğe davet edilmesini tavsiye eden bir karar tasarısı hazırlamıştır. Karar tasarısını şu ülkelerin temsilcileri imzalamışlardır: Almanya, Arnavutluk, Avustralya, Avusturya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Guatemala, İngiltere, İran, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Japonya, Kolombiya, Küba, Litvanya, Macaristan, Panama, Polonya, Romanya, Yeni Zelanda, Yugoslavya ve Yunanistan. Karar Tasarısı İspanya tarafından Genel Kurul’a sunulmuş ve 6 Temmuz 1932 günü görüşülerek kabul edilmiştir. Genel Sekreter Türkiye’ye üyelik daveti yapması için görevlendirilmiştir. Gereken davet resmen yapılmış ve Türkiye daveti kabul ettiğini bildirmiştir. Genel Kurul Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne üye olarak kabul eden Kararı 19 Temmuz 1932 tarihinde alkışlarla kabul etmiştir. Türkiye, günümüzdeki Birleşmiş Milletler’in temeli oluşturan Milletler Cemiyeti’nin önemli organlarına seçilme başarısını göstermiştir. Bu organlar ve üstlenilen görevler şunlardır: ▪1934’de, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyon başkanlığı ve raportörlüğü; ▪1934-1936 döneminde, 4 Daimî (İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) ve önceleri 4, sonraları 9 geçici üyeden oluşan Konsey üyeliği; ▪1935’de Konsey’in 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığı; ▪1937’de Milletler Cemiyeti’nin Genel Kurul Başkanlığı (Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras). [lvi] d. Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile o günlerin şartlarında Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğine çeşitli kısıtlamalar getirilmişti. Atatürk dünyaca kabul edilen üstün liderlik vasıfları ve barışçı dış politikası sayesinde 1936 yılında Montrö’de imzalanan ve tarihe Montrö Sözleşmesi olarak geçen uluslararası sözleşme ile bu kısıtlamaların kaldırılmasını sağlamıştır. Böylece Boğazlar Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlak egemenliği altına girmiştir. Montrö Boğazlar Sözleşmesini Türkiye ile beraber, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya imzalamışlardır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi Atatürk Türkiye’sinin “ Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ” felsefesinin ve barışçı dış politika uygulamasının en somut sembolüdür. Montrö Konferansı’na ev sahipliği yapan İsviçre’nin “ Siyasî Daire ” Başkanı Motta dahil, Konferans’a katılan Devletlerin temsilcilerinin ve Konferans’ı yönetenlerin tamamı, Türkiye’nin “Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin” tadili için yaptığı teşebbüste seçtiği yolun, dünya diplomasi tarihi için, anlaşmaların kuvvet kullanılarak veya tek taraflı olarak ortadan kaldırılması veya tadil teşebbüsünde bulunulması yerine, sorunların barışçı yol ve yöntemlerle halledilmesi ilkesi bakımından tarihe geçen bir örnek olay teşkil ettiğini vurgulayan, Türkiye’yi öven ve alkışlayan konuşmalar yapmışlardır. Konferans’ın Onursal Başkanlığı’na seçilmiş olan İsviçreli Motta Konferans’ı açış konuşmasında “ Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, diplomatik önemli bir sorunun çözüme bağlanmasında, yüksek düzeyde dürüst davranmanın ve en uygun yöntemi kullanmanın en istenir güzel bir örneğini vermiş olmaktadır ” demiştir. [lvii] e. Hatay’ın Türkiye’ye Katılması Hatay Vilâyetimiz, Osmanlı döneminde İskenderun Sancağı olarak adlandırılıyordu. Burasının eski Türk ve uluslararası belgelerde genellikle “ İskenderun Sancağı ” veya sadece “ Sancak ” ismiyle zikredildiğini görüyoruz. Hatay adı 1936 yılında Atatürk tarafından verilmiştir. [lviii] Hatay konusuyla Atatürk çok yakından ilgilenmiş ve kararlılıkla takip etmiştir. Atamız, 1923’de ziyaret ettiği Adana’da “kırk asırlık Türk Yurdu ecnebi elinde kalamaz” sözünü dile getirmiştir. Hatay konusu “Millî Dava” olarak nitelemiştir. Lozan Andlaşması’yla Türkiye’nin hudutları dışında bırakılmış olan Hatay, Fransa ile yürütülen etkili bir diplomasi sonucunda savaşa başvurulmadan Eylül 1938’de bağımsız bir devlet statüsünü kazanmıştır. Hatay Meclis’i 23 Temmuz 1939 tarihinde de Türkiye katılma kararı almıştır. Böylece Atatürk barışçı dış politikası bu konuda da Türkiye’nin sorunları müzakere yoluyla halletme arzu, irade ve kararlılığını ortaya koymuştur. İskenderun Körfezi’ni de içinde alan Hatay’ın ülkemize katılmasıyla, Türkiye’nin konumunun stratejik değeri, millî güvenlik, ekonomi, dış ticaret, deniz ulaştırması, enerji nakli, denizaltı servetlerinin çıkarılması, turizm vs. alanlarında, özellikle Doğu Akdeniz itibarıyla, artmıştır. II. ATATÜRK DÖNEMİNDE, ÖZELLİKLE ROOSEVELT’İN BAŞKANLIĞI ZAMANINDA TÜRK -- AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE KAYDEDİLEN GELİŞMELER: 1. Atatürk’ün ABD’ne Genel Bakışı: Millî Mücadelemiz başladığı zaman Osmanlı Devleti ile ABD arasında diplomatik münasebetler 1917 yılında resmen kesilmiş bulunuyordu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda iki devlet karşı bloklarda yer almışlardı. Osmanlı Devleti’ndeki Amerikan menfaatlerini gözetmeyi İsveç üstlenmişti. Amerika’daki Osmanlı menfaatlerini İspanya korumaktaydı. ABD Almanya’ya karşı İtilâf Devletleri’nin yanında Nisan 1917’de Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zaman, Atatürk Ordu Kumandanı olarak Doğu’da çeşitli cephelerde Osmanlı Kuvvetlerinin başında bulunuyordu. ABD’nin katılmasıyla savaşın dengelerinin ve seyrinin değiştiğine tanıklık etmişti. Millî Mücadelemizi başlatma kararını aldığı dönemde de Atatürk, ABD’nin dünya siyasetindeki ve uluslararası ilişkilerdeki rolünün, ağırlığının farkında bulunuyordu. Atatürk, Amerikan bağımsızlık mücadelesi ve bu mücadeleye yön ve şekil veren idealler hakkında bilgi sahibiydi. Başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa emperyalizmine karşı başlatılacak olan Millî Mücadelemiz gibi Amerikan bağımsızlık mücadelesi de esas itibariyle İngiliz emperyalizmine karşı gerçekleştirilmişti. Diğer taraftan, 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde ABD, İngiltere ve Fransa’nın aksine emperyalist bir Devlet de değildi. Gerçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ve ABD birbirine karşı olan bloklarda yer almışlardı. Bununla beraber birbirleriyle hiçbir cephede savaşmamışlardı. Bu sebeple de, ABD savaş sonunda Osmanlı Devleti’ni parçalamak üzere hazırlanan Sèvres Antlaşması’nı imzalayan devletler arasında yer almamıştı. Ayrıca, ABD Başkan’ı Wilson’un yayınladığı 14 ilkeden oluşan “İlkeler” Bildirisinde yer alan “milliyetler ilkesi” ve özellikle “ Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk bölümlerine güvenli bir egemenlik temin edilmesini ” öngören XII. İlke, Millî Mücadelemizin “millî bağımsızlık ve egemenlik” hedefi ile bağdaşmaktaydı. Bu olgular karşısında Atatürk, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın, maşa gibi kullandıkları Yunanistan’ı da yanlarına alarak millî mücadelemize karşı oluşturdukları cepheyi dengeleme düşüncesiyle, ABD’ni yanımıza çekebilmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştur. O dönemin şartlarında bu çabalar sonuç vermemiştir. Çünkü, Millî Mücadelenin başlamasından sonra ABD’de yerleşik Ermeni ve Yunan unsurlar Türkler aleyhindeki faaliyetlerini arttırmışlardır. Türkiye düşmanları Atatürk’ün hareketinin Osmanlı topraklarındaki azınlıkların kaderini daha da büyük tehlikelere atacağı; Amerikan misyoner faaliyetlerinin, Amerikalıların Anadolu’da açtığı okul ve hastanelerin zarar göreceği gibi kamuoyunu bulandıran iddialarda bulunmuşlardır. ABD, bir taraftan 1823’de ilân ettiği “Monroe” Doktrini uyarınca uyguladığı “kabuğuna çekilme” [isolationism] politikasının icabı olarak, diğer taraftan da Türkiye karşıtlarının propagandalarının tesiri altında Millî Mücadelemiz hakkında hayırhah bir tutum ve davranış içinde olmamıştır. Anadolu’daki gelişmelere esas itibariyle bağımsız bir Ermenistan kurulmasını sağlama niyetiyle yaklaşmıştır. ABD’nin güttüğü ana hedef, “Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde parçalanırsa parçalansın, kim ‘mandater’ olursa olsun, bu topraklarda ekonomik ve ticarî bakımdan ‘açık kapı’ veya ‘’fırsat eşitliği’ ilkesinin” uygulanmasını gerçekleştirme olmuştur. Öte yandan, Anadolu’da uzun zamandan beri faaliyet gösteren Amerikalı misyonerlerin ve özel Amerikan okullarında okumuş bazı Türk aydınların etkisiyle Anadolu’da Amerikan manda idaresinin kurulması yönünde ortaya çıkan düşünceler ve dile getirilen istekler karşısında Atatürk’ün “ya istiklal, ya ölüm” parolasıyla katı ve kesin bir tavır takınmasının da, ABD’ni Türk Millî hareketinden uzak durmaya sevketmiş olabileceğini düşünmekteyim. 2. Millî Mücadele Döneminde ABD’ne Verilen Dostluk Mesajları: Atatürk vatanımızı işgalden kurtarmak için başlattığı mücadelenin maksat ve hedefi hakkında kamu diplomasisi yoluyla ABD kamuoyuna mesajlar vermekten geri kalmamıştır. Bunun neticesinde de Millî Mücadelemizle ilgili haberler ABD’nin önde gelen gazetelerinde çoğu kez olumlu haber ve yorum konusu olmuştur. A. Gazeteci Louis Edgar Browne’nin Sivas Kongresi’ni İzlemesi: Browne’nin Sivas Kongresi sırasında başta Atatürk, ayrıca Rauf Orbay olmak üzere Millî Mücadele’nin önderleriyle yakın ve yoğun temas ve görüşmelerde bulunmuş olduğunu belirtmiştim. Browne’nin Sivas’tan gönderdiği Atatürk’ün Anadolu’da başlattığı Millî Kurtuluş ve Bağımsızlık hareketinin gerçeklerini ortaya koyan haberler, yorumlar ve mülâkatlar Chicago Daily News’da yayınlanmıştır. Amerikan Stanford Üniversitesi’nin Tarih Profesörlerinden Fredrick Latimer gazeteci Browne’nin Sivas’tan yazdığı yazılar hakkında “ Amerikan kamuoyu ve dünyanın büyük bir kısmı, bu büyük olayın ilk haberlerini ve Mustafa Kemâl ile milliyetçi hareketin ilk doğru tasvirlerini Louis E. Browne vasıtasıyla Chicago Daily News’un sayfalarından aldılar ” demektedir. [lix] Browne Sivas’tan ABD’ne gönderdiği yazılarında, Mustafa Kemâl’in önderliğindeki milliyetçi hareketin başarıya ulaşacağına dair inancının ifadesi olan değerlendirmeler, yorumlar yapmıştır. Browne, Büyük Zafer’den ve İzmir’in de düşman işgalinden kurtarılmasından sonra Denver, Colorado’dan bir Amerikalı arkadaşına yazdığı 22 Eylül 1922 tarihli mektubunda şunları ifade etmiştir: “Bir seneden fazla bir zamandan beri bir Colorado çitliğinde çift sürüyorum…….Oh ne mutlu! İzmir’den gelen son haberler beni ne kadar memnun ediyor. Her günün yeni gelişmeleri, omuzlarımdan yılların yükünü alıyor.” Profesör Latimer, Browne’nin “omuzlarından büyük bir yükün kalktığına” dair ifadesini “Browne bu başarıyı senelerce evvel, dünyada kimsenin inanmadığı bir zamanda (1919’da) hesaplamış ve bu istikamette yazmıştır. Bir mesuliyet altına girmişti. Şimdi söyledikleri hakikat olmuştu” şeklinde değerlendirmiştir. Millî Mücadelemizin gücü, amacı, hedefi hakkında ABD ve hattâ Avrupa kamuoylarını tarafsız ve doğru değerlendirmelerle bilgilendirdiği için gazeteci Browne’ye o dönemde Sivas’ta çıkan İrâde-i Milliye gazetesinin 17 Eylül 1919 tarihli nüshasında açık teşekkür yayınlanmıştır. B. Atatürk – General Harbord Görüşmesi: Amerikalı General Harbord’un Sivas’ta Atatürk’ü ziyaretini, bu ziyaretin amacını, Atatürk’ün Bolşevik Rusya ile olan yakınlaşması konusu ve Millî Hareket’in Bolşevizm yanlısı olduğu yolunda Osmanlı Hükûmeti’nin yaptığı propagandası hakkında Amerikalı’ya olan açıklamasını yukarıda nakletmiştim. Atatürk’ün General Harbord ile görüşmesinin en yakın tanığı görüşmede tercümanlık yapmış olan Prof. Hulûsi Y. Hüseyin (Pektaş)’dır. O’nun ifadesine göre, General Harbord, Mustafa Kemal Paşa'ya veda ederken elini sıkmış ve şu sözleri söylemiştir: " Eğer Amerikan ordusunda muvazzaf bir subay olmasaydım, gelir sizinle birlikte mücadelenizi izlerdim .” [lx] Atatürk Amerikalı General Harbord ile görüşmesinden Büyük Nutuk’da şu sözlerle bahsetmektedir: “ Efendiler, hatırlarınızda olsa gerektir ki, memleketimizde ve Kafkasya'da incelemeler yapmak üzere Amerika hükümeti General Harbord'un riyaseti altında bir heyet göndermişti. Bu heyet Sivas’a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord ile uzun uzadı ya konuştuk. General’e, milli harekâtın maksat ve gayesi ve milli teşkilât ve birliğin ortaya çıkış sebebi, gayrimüslim unsurlara karşı olan hissiyat ve yabancıların memleketimizdeki olumsuz propagandası ve icraatı hakkında tafsilatlı ve delilli olarak beyanatta bulundum. General'in bazı garip sorularına da muhatap kaldım. Meselâ, Milletiniz tasavvur edilebilen her türlü teşebbüs ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın? Verdiğim cevapta -hatırımda aldanmıyorsam- demiştim ki: Bir millet mevcudiyet ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla Millet hayatta oldukça ve fedakârane teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz. Generalin sorduğu sorudan asıl maksadın ne olabileceğini araştırmak istemedim. Fakat verdiğim cevabın O’nun tarafından takdirle karşılandığını bugün yeri gelmişken zikretmek isterim.” C. Gazeteci Clarence Streit’e Verilen Mülâkat: [lxi] Atatürk, Birinci İnönü zaferinden sonra Ankara’ya gelen Amerika’nın o dönemdeki önde gelen gazetecilerinden Clarence Streit’i 3 Mart 1921 günü Ankara Garı'ndaki konutunda kabul etmiştir. Yapılan mülâkatta Atatürk, Türklerle Amerikalıların hiçbir zaman savaşmamış olduklarına işaret ederek ABD ile münasebetleri kuvvetlendirmek istediğini söylemiştir. Gazeteci Streit Atatürk ile yaptığı söyleşi ve Ankara’daki izlenimleri hakkındaki anılarını şöyle aktarmıştır: “ Benimle 2 saat boyunca rahatça Fransızca konuştu…. Gözlerinde düşlerini gerçekleştiren bir idealist ifadesi vardı. Bende güçlü bir karakter izlenimi yarattı. Yaşam biçimi ve liderliğinde gösterişten, kendini beğenmişlikten eser yoktu. Makam arabası ve konutunu koruyan korumalardan başka, diğer devlet başkanlarının sahip oldukları onda yoktu…. Atatürk Ankara'da yürürken görülebiliyordu, insanlarla şakalaşırken, konuşurken sıcaktı… ” Streit, ayrıca, Atatürk hakkında “ Batı'daki diktatör suçlamalarının gerçeği yansıtmadığını gözlemlediğini; Türkiye'de o dönem hiçbir yerde Atatürk fotoğrafını görmediğini ” belirtmiştir. D. Laurence Shaw Moore’a verilen Mülâkat: [lxii] Gazeteci Atatürk, sonraları Christian Science Monitor muhabirliği yapmış olan Amerikalı gazeteci Laurence Shaw Moore’u 1921 yılının Ağustos ayında Sakarya muharebesi için Ankara’dan ayrılmadan bir gün önce o zamanki Ankara Halk Evi binasında kabul etmiştir. Atatürk, gazeteciye, diğer hususlar meyanında “ biz, Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez gücüne dayanarak amacımıza ulaşacağız ” mesajını vermiştir. Shaw Moore 1955’de Türkiye’ye yeniden geldiği zaman kendisiyle röportaj yapan Cumhuriyet gazetesinden Metin Ergin’e Atatürk ile yaptığı mülâkattaki izlenimlerini şu ifadelerle nakletmiştir: “ Kurban Bayramı sabahı kalktığım zaman Ankara Camiinin önünde sokakta namaz kılan 5000 kişilik kalabalığı görünce makinemi alarak dışarı fırladım ve ilginç resimler çektim. Başkomutan Mustafa Kemal, o tarihî namazdan sonra halkın büyük gösterileri arasında Sakarya Savaşı’na hareket etti. Mustafa Kemal’in gidişinden iki gün önce Doğu’dan gelen kahraman Türk çocukları, Başkomutan önünde bir geçit töreni yapmışlardı. Bu kahramanların giysileri yırtık pırtık, silâhları derme çatma olduğu, üstelik bir kısmının ayağında postal bile bulunmadığı hâlde çelik gibi inançla geçit töreni yapıyorlardı. Bu coşkulu durumu görünce kararımı verdim: ‘Böyle bir millet yenilemez!’ Mustafa Kemal bende kendine ve Türk milletine son derece güveni olan ve sonuna kadar savaşmaya kararlı olan büyük önder izlenimini bıraktı. Bakışları son derece etkili idi. Kendisinde güçlü görünmek için yapay bir durum sezilmiyordu. Aksine önderlik özelliklerine sahip bir insan olduğu belliydi. O’nun ülküsüne ben de inanmış ve bir işe girişeceği zaman uygun ortamını bulup önünde sonunda başaracağını anlamıştım. O kadar ki Atatürk’ün inkılâplarını bile bilerek en uygun zamanda yaptığına dair verdiğim kararda yanılmadığımı zaman gösterdi. ” 2. Lozan Barış Konferansı Döneminde ABD’ne Verilen Dostluk Mesajları A. Chester İmtiyazı: Atatürk Türkiye’nin kalkınması için dış destek ve yatırımların gerekli olduğunu görüyordu. Bu konuda o yılların şartları ve Millî Mücadele’nin gerçekleri karşısında emperyalist Avrupa değil ABD tercih edilmiştir. TBMM Hükûmeti 10 Nisan 1923 tarihinde “Ottoman-American Development Company” ile demiryolu ve maden işletmeciliğine dair bir anlaşma imza etmiştir. ABD’nin Yakın Doğu'daki ilk büyük ölçekli maden çıkarma anlaşması olan Chester Projesi adını emekli amiral Colby Mitchell Chester'den almıştır. Sonradan Şirket’in sözleşme şartlarını yerine getiremeyeceği anlaşıldığından Anlaşma Türkiye tarafından 18 Aralık 1923'te feshedilmiştir. Proje uygulanmamıştır. B. Atatürk’ün Isaac F. Marcosson’a Verdiği Mülâkat : [lxiii] Atatürk 1923 yılının Temmuz ayı içinde de İstanbul’a gelen, orada bir süre kaldıktan sonra Ankara’ya geçen The Saturday Evening Post Dergisi yazarı Isaac F. Marcosson’a bir mülâkat vermiştir. Bu mülâkat anılan Dergi’nin 20 Ekim 1923 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Atatürk’ün ifadelerinden bazı alıntıları aşağıya kaydediyorum: “Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin 1920 Ocak ayında ilân ettiği Millî Misakımız, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı korumaya kararlıyız.” “Türkiye de, Amerika da, demokratik rejimlerdir. Gerçekten, şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi, yargı, yasama ve yürütme organıdır. Kardeş demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır.” “Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde, birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli millî kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız; çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.” “Bu bakımdan Amerika’ya olan inancımızın ve itimadımızın bir somut delili olarak Chester imtiyazını verdik. Bu aslında Amerikan halkına vermiş olduğumuz bir hediye olmuştur.” [ We have already given one concrete evidence of our faith and confidence in America by granting the Chester Concession. It is really a tribute to the American people.] “Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım. İlk on üç devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka milletlerin bencil müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi, yeni bir milletin doğuşuna şahit olan bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız.” “Biliyor musunuz, Washington ve Lincoln niçin beni daima etkilemişlerdir?.....Onlar, sadece Birleşik Devletlerin şerefi ve kurtuluşu için çalıştılar; oysa, öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki, kendilerini tanrılaştırmaya çabaladılar. Kamu hizmetinin en yüksek şekli, bencil olmayan çabadır.” “Pan-İslâmizm, din ortaklığına dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise, ırka dayanan aynı çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-İslâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa’da ulaştıkları en kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti. Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm, Avrupa’ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını, Almanya’nın Avusturya’nın, Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan ırkının ümididir.” “Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur. Biz, zor kullanma, fetih istemiyoruz. Rahat bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı, bunun üzerine kuruludur; şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz kırksekiz devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz.” “Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türklerin azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı. Daha başka sözde azınlıklarımız da vardı ve bunlar, sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı olmuşlardı. Bu, ve eski fetih düşüncesi… Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi yüzünden kendisini tüketmiş olmasıydı. Eski İmparatorluk çok büyüktü ve her an kendisini problemlere açık buluyordu.” “Oysa, eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri, Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski İmparatorluğumuz, Osmanlıydı. Bu da, kuvvet ve zor demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türküz, yalnızca Türk. İşte bunun içindir ki, Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği self-determinasyon idealine dayanan, Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu, milliyetçilik demektir ama, Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyonu engelleyen bencil türden bir milliyetçilik değil. Ne de keyfî gümrük duvarları ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet Türkler, bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları belirlenmiş, dert kaynağı olan azınlıklar dağıtılmıştır. İşte bu sınırların içinde mevkiimizi korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin efendileri olmak istiyoruz.” “…..Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce bahsettiğim, haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı kördüğümü, bunun yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı siyaset, dünyanın baş belasıdır.” “Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığını engellemeye çalışan, milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fethetme arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım, göreceğiz.” C. Lozan Barış Konferansı Döneminde ABD’nin Tutumu: ABD Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı Devleti ile savaşmadığı ve Sèvres Antlaşması’nı imzalamadığı için Lozan Barış Konferansı’na savaşın galip devletlerinden biri olarak katılmamıştır. Konferans’ta “gözlemci” olarak temsilci bulundurmuştur. Amerikan heyeti başta kapitülasyonlar olmak üzere ticarî, ekonomik ve buna ilişkin konularda ve Patrikhane, Ermeni sorunu, Boğazlar konularında aktif tutum takınmıştır. Lozan Barış Konferansı’nın sonlarına yaklaşılırken Amerika’daki Ermeni ve Rum-Yunan lobileri ile bütün Türk düşmanları Rum Ortodoks Kilisesi’ni de kullanarak harekete geçmişlerdir. “Lozan Antlaşmasına hayır” sloganı altında yeni ve güçlü bir Türk düşmanlığı kampanyası başlatılmıştır. ABD Dışişleri Bakanlığı’na “topraklarında yaşayan Hıristiyanların can ve mal güvenliğine dikkat etmeyen Türkiye ile bir andlaşma müzakere edilmemesini” isteyen mektuplar yağmıştır. Lozan Barış Andlaşması’nın imzalanmasından bir hafta sonra 30 Temmuz 1923 tarihli New York Times’da Arsak Mahdesiyan isimli ABD vatandaşı Ermeni’nin “ Antlaşma’nın yeni bir savaşın tohumlarını ektiği ve Ermeni ulusuna ihanet oluşturduğu ” iddiasının yer aldığı mektubu yayınlanmıştır. D. ABD Senatosu’nda Onaylanamayan Türkiye – ABD “Dostluk ve Ticaret Andlaşması”: Atatürk Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra barışçı bir siyaset gütmek ve bütün dünya ülkeleriyle dostluk ilişkileri kurmak istemiştir. Bu istekle, Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkileri 1917 yılında kesilmiş olan ABD ile diplomatik ilişki kurmaya elbette önem ve öncelik vermiştir. ABD tarafında da bu istek görülmüştür. ABD de Ankara Hükümetini tanıma arzusunda olmuştur. Lozan Barış Konferansı’nın kapanmasından sonra İsmet Paşa bir süre daha Lozan’da kalmıştır. Lozan’daki ABD heyetiyle temasları sürdürmüştür. İsmet İnönü “Hatıralar” isimli kitabında bu konuda şunları anlatıyor: “ Lozan Muahedesi (Andlaşması) gibi Amerika ile de bir muahede imzalayarak, iki memleket arasında tabiî münasebetler kurulmasını temin edecektik. Böyle bir muahede için Amerikalılar arzu gösterdiler. Hükûmet’ten izin aldım ve görüşmelere başladık. Amerikalılar, bütün Lozan Müzakereleri esnasında sulh yapılması için yardımcı oldular, fakat kapitülasyonlar üzerinde, kuvvetli devletlerin asırlardan beri takip ettikleri politikada müttefikleri engellemediler, desteklediler. Ne vakit kapitülasyonlardan bahis açılırsa, ne vakit iktisadî imtiyazlardan bahsolunursa, Amerikalılar, açık kapı politikasının taraftarı olduklarını; Amerika tebaasının bulunduğu her yere donanmaları ile gitmek hakkını muhafaza ettiklerini söylerlerdi. Bu görüşlerini her vesile ile belli etmişlerdir. Müşahit (gözlemci) olarak görüşlerini teyit ederlerken ve Amerika’nın cihan (dünya) politikasını söylerlerken Türklere karşı yardımcı olmayı ve sempatik görünmeyi ihmal etmemişlerdir. Bunu bir politika olarak mümkün olan ölçüde takip etmişlerdir. Lozan’da Amerikalılarla muahede müzakerelerine bu hava içinde yeniden başladık….” [lxiv] Neticede 6 Ağustos 1923 günü Lozan’da Türkiye ile ABD arasında bir “Dostluk ve Ticaret Andlaşması” [The Turco – American Treaty of Amity and Commerce] imzalanmıştır. Andlaşma’yı İsmet Paşa ile ABD Temsilcisi Joseph Grew imza etmişlerdir. Andlaşma’da iki ülke arasında normal diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin yeniden başlatılması ve dostane münasebetlerin kurulması da öngörülmüştür. Ayrıca “Suçluların İadesi Anlaşması” imzalanmıştır. Bir taraftan Lozan Barış Andlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte yoğunlaşan Türkiye aleyhtarı propaganda kampanyanın etkisiyle, diğer taraftan da ABD Kongresi’nde Andlaşma’nın kapitülasyonlara dair hükmüne ortaya çıkan itirazlar sebebiyle, Lozan’da ABD ile imzalanan Andlaşma’nın onay için ABD Kongresi’nde oylamaya sunulması üç buçuk yıl almıştır. Nihayet, 18 Ocak 1927 günü ABD Senatosu’nda yapılabilen oylamada Andlaşma’nın onaylanması, gerekli üçte iki çoğunluk- 6 oy eksiğiyle – sağlanamadığı için, reddedilmiştir. E. Türkiye – ABD Arasında “Modus Vivendi ve Diplomatik İlişkilerin Kurulması”: Bu durumda Türkiye ve ABD, diplomatik ilişki kurabilmesi için ABD Kongresi’nden onay almayı gerektirmeyen yönteme başvurmuşlardır. Nota teatisi yoluyla 17 Şubat 1927 tarihinde bir “ modus vivendi ” yapmışlardır. Böylece iki Devlet arasında o tarihe kadar “ad hoc” zeminde yürütülen ilişkilerin yerini “de jure” diplomatik ilişkiler almıştır. Aynı yıl içinde karşılıklı Büyükelçi teati edilmiş ve büyükelçiler görevlerine başlamışlardır. F. Türkiye ile ABD Arasında İlk Andlaşma: Türk Amerikan ilişkilerinin bu olumlu seyri içinde iki Devlet arasında 1 Ekim 1929 tarihinde “Ticaret ve Seyr-ü Sefain” antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD ile akdettiği ilk anlaşmadır. Taraflar birbirlerine “en ziyade müsaadeye mazhar millet” (en çok gözetilen ulus) [most favoured nation] imtiyazını tanımışlardır. G. İlişkiler Somut Muhtevadan Yoksun: Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerdeki gelişmeler ana noktaları itibariyle böyle olmakla beraber, iki ülke ilişkilerinin ve işbirliğinin yaklaşık ilk on onbeş yılında dostane havasına rağmen somut zengin bir muhteva kazanabilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun dönemin özellikle ABD’den ve 1929’da zirve yapan dünya ekonomik buhranından kaynaklanan sebepleri olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ABD izolasyonist (yalnızcı) politikalar uygulamaya başlamıştır. Wilson’dan sonra Başkan seçilen Harding döneminde ABD milletlerarası işbirliğini öneren bir devlet olmasına rağmen Wilson’dan sonra Başkan seçilen Harding döneminde Milletler Cemiyeti’ne dahi üye olmaktan kaçınmıştır. İçe, iç ekonomik konulara dönmüş; ticarî büyümeye ve sanayide genişlemeye önem ve öncelik vermiştir. Avrupa konularından uzak durmuş; Türkiye ile fazla ilgilenmemiştir. Uzak doğuda Japonya’dan gelebilecek muhtemel tehditlere odaklanmıştır. [lxv] İki Devlet arasında yüksek düzeyde özellikle Cumhurbaşkanları arasında belirli vesilelerle ve önemli bir olay vukuunda (milli gün kutlaması, taziye, vs.) yapılan yazışmalarla, iki Devlet’in Büyükelçilerinin güven mektuplarını sunma törenlerinde protokol icabı olarak yapılan konuşmalarla karşılıklı dostane mesajlar verilmiştir. Bunlardan öne çıkan örnek olayları aşağıda zikredeceğim. Devlet Başkanları arasındaki yazışmalara ilâve olarak, ABD’nin önde gelen gazetelerinde Türkiye ve Atatürk hakkında olumlu yayınlar yer almıştır. ABD’nin ünlü TIME Dergisi Atatürk’ü 1923’de ve 1927’de kapak konusu yapmıştır. Türk basınında ABD ile dostluğa verilen öneme dair haber ve yorumlar çıkmıştır. a. İki Amerikalı Pilotun New York – İstanbul Arasında Uçuşu: R.Boardman ve J.Polando adlı iki Amerikalı pilot kullandıkları “Bellanca CH-300” tipi uçakla 28 Temmuz 1931 günü New York’tan havalanıp “non-stop” 49 saat 20 dakika uçarak 30 Temmuz günü İstanbul Yeşilköy havaalanına iniş yapmışlardır. Bu uçuş ilk en uzun mesafe non-stop dünya rekoru olarak tarihe geçmiştir. Olay Türkiye’de büyük ilgi uyandırmıştır. Gazeteler olayın haberlerini günlerce manşette vermişlerdir. Atatürk bu rekor uçuş hadisesinden Türk – Amerikan ilişkileri açısından yararlanmasını bilmiştir. İki Amerikalı pilotu o günlerde bulunduğu Yalova’da kabul etmiştir. ABD’nin o dönemdeki Ankara Büyükelçisi Grew Atatürk’ün bu jestini şu sözlerle değerlendirmiştir: “ Mucizelerin mucizesi! Gazi havacıları Yalova’da kabul etmek istediğini bildirdi. Halbuki ünlü yabancıların, Amirallerin, Generallerin, Bakanların o özel mekâna ulaşmaları çoğu zaman mümkün olamamakta veya en iyi ihtimalle günlerce beklemeleri gerekmekteydi. Şimdi ise Amerika’nın bu iki çocuğu Gazi tarafından gecikmeden onurlandırılabilmeleri için hemen çağırmaktaydı. ” [lxvi] Atatürk bu münasebetle ABD Başkanı Hoover’e gönderdiği dostluk mesajında şunları ifade etmiştir: “ Amerikalı kahramanlar Türk Ulusunun kalbini sevinçle doldurmuştur. Başarmış oldukları harikulade işin sonunda bu cesur gençlerin yüzlerinde gördüğüm neşe ve azim ifadesi bana şu inancı verdi ki, insanlık için kazandıkları bir büyük zafer onlar için yalnız bir başlangıçtır. Asil ve muhterem şahsiyetiniz aracılığı ile bu büyük kahramanları yetiştiren şanlı ulusunuzu kutlamak benim için büyük bir zevktir .” ABD Başkanı Atatürk’ün mesajını dostane sözlerle cevaplandırmış; ayrıca Ankara Büyükelçisi vasıtasıyla da mesajdan ve Amerikalı pilotlara bahşedilen şereften duyduğu memnuniyeti Ankara’ya duyurmuştur. [lxvii] Amerikalı pilotlara Türkiye’de misafirperverlik gösterildiğine ve havacıların Atatürk tarafından kabullerine dair haberler ABD basın yayın organlarında birinci sayfada geniş yer bulmuştur. Türk – Amerikan ilişkileri hakkında olumlu yazılar çıkmıştır. b. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mac Arthur’un Türkiye’yi ziyareti: ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mac Arthur 25-28 Eylül 1932 tarihlerinde Türkiye’ye resmî bir ziyarette bulunmuştur. Bu o vakte kadar ABD’den Türkiye’ye yapılmış olan en yüksek düzeydeki ziyaret olmuştur. Misafir General Atatürk tarafından 27 Eylül günü İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edilmiştir. Açık kaynaklarda yer alan bilgilere göre, görüşmede, General Mac Arthur, Türkiye'de gördüğü iyi kabulden dolayı teşekkür etmiş ve Amerika Başkanı’nın selâmlarını kendisine iletmiştir. Atatürk de Amerika Başkanına mukabil selâmlarının bildirilmesini istemiştir. General’in, ziyaret ettiği Ankara'yı beğendiğini; zamanla Ankara’nın çok büyük bir şehir haline geleceğini düşündüğünü ve orada gördüğü çiftlik ve içinde bulunan Marmara köşkünü de çok beğendiğini söylemesi üzerine, Atatürk, çiftliğin yerinde yedi sene önce çıplak ve bataklık bir yer bulunduğunu; işe bir aygır ve iki küçük traktörle başlanıldığını; bu işi Ankara'da yerleşmenin mümkün olduğunu ispat maksadıyla ile yaptığını ifade etmiştir. General Mac Arthur, dünya ekonomik buhranı sebebiyle Amerika’da şartların zorluğundan ve çok sayıda işsiz bulunduğundan bahisle, Türkiye'nin ziraat memleketi olmasından dolayı ekonomik buhranın Türkiye'deki etkisinin yok denecek kadar hafif olduğunu bildiğini vurgulamıştır. Atatürk cevaben dünya ekonomik krizinin üstesinden gelinebilmesinin ilim, fen ve çalışma sayesinde olacağını düşündüğünü; vaziyetin normale doğru gideceğini ümit ettiğini ve Türkiye'nin ekonomik buhrandan daha fazla etkilenmesine yol açması tehlikesine rağmen, yine de gelişmiş bir sanayi kurmayı hedeflediklerini söylemiştir. Dünyadaki muhtemel gelişmelerden söz açılınca Atatürk, dünyada henüz güvenliğin tam olarak kurulamamış olması sebebiyle silahlanmanın terk edilmesinin akıllıca bir iş olmayacağını düşündüğünü ifade etmiştir. Mac Arthur Ankara’da Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kabul edilmiş ve onuruna askerî resmigeçit düzenlenmiştir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Ankara dışında olan Başbakan İsmet İnönü’ye misafirin Ankara’daki temasları hakkında gönderilen telgrafında Mac Arthur’un şu sözlerine yer verilmiştir: “ Bu sene altı memleket ziyaret ettim ve altı ordu gördüm. Bunların arasında gerek teçhizat gerek talim terbiye itibarıyla Türk ordusunun derecesine varan bir diğerine tesadüf etmiş değilim .” Amerikalı General’in Millî Savunma Bakanı Zekâi Bey ile yaptığı görüşmede Türkiye’nin, önce Fransa’dan temin etmek istediği, fakat, Fransız firmasının şartnameye uymaması sebebiyle bir Amerikan firmasına sipariş edilmiş olan avcı uçakları konusu da açılmıştır. Mac Arthur, Türkiye’nin sipariş verdiği Amerikan şirketi hakkında olumlu görüş bildirmiştir. Birkaç gün sonra 2 Ekim 1932 tarihli New York Times gazetesinde Türkiye'nin 24 adet Curtiss Hawk-II uçağı satın alacağı haberi çıkmıştır. Mac Arthur kendisine refakat eden mihmandar subayımıza Türk Ordusu hakkında şu sözleri dile getirmiştir: “ Türk Ordusu ile talebelik zamanımdan beri alâkadar oluyorum. Bu sebeple Türk harp tarihini büyük bir dikkat ve alâka ile tetkik ettim Bu husustaki hislerim takdirle doludur ….” [lxviii] General Mac Arthur İstanbul’da Taksim Cumhuriyet Abidesi’ne çelenk koymuştur. Çelengin üstündeki yazı bandında “ Gazi Mustafa Kemal’e ve Türk Ordusu’na Amerikan Ordusunun Büyük Hayranlık ve Takdirinin Nişanesi ” ibaresi yer almıştır. [lxix] ABD’de çıkan “The Caucasus” dergisi 1951 yılında General Mac Arthur’un ziyaretinden 19 yıl sonra Atatürk’ün görüşmede General’e olan ifadelerinin ayrıntısını açıklamıştır. Dergi’nin açıklamaları ertesi gün 8 Kasım 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer almıştır. Gazete’de yer alan bilgilere göre, Mac Arthur Atatürk’ün Avrupa’nın durumu hakkındaki düşüncesini öğrenmek istemiştir. Atatürk şunları söylemiştir: “Versailles Andlaşması Birinci Dünya Savaşı’na neden olmuş olan âmillerden hiçbirini yok edemediği gibi, aksine dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Çünkü, yenen devletler, yenilenlere barış şartlarını zorla kabul ettirirken, bu ülkelerin etnik, jeopolitik ve ekonomik özelliklerini asla göz önüne almamışlar ve sadece düşmanlık duygularından beslenmişlerdir. Böylelikle bugün, içinde yaşadığımız barış dönemi sadece ateşkesten ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle ilgilenmekten vazgeçmeyerek, Wilson’un programını uygulamakta ısrar etseydiniz, bu ateşkes dönemi uzar ve bir gün sürekli bir barışla sonuçlanabilirdi. Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa’nın geleceği Almanya’nın alacağı duruma bağlıdır. Olağanüstü bir dinamizme sahip olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî tutkularını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versailles Anlaşması’nın bozulmasına girişecektir.” Atatürk bu bağlamda “ Almanya’nın İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda oluşturabileceğini; bundan dolayı savaşın 1940-46 yılları arasında başlayacağını; Fransa’nın güçlü bir ordu yaratmak için gereken özellikleri yitirdiğini ve İngiltere’nin adalarını savunmak için, bundan sonra Fransa’ya güvenemeyeceğini ” sözlerine eklemiştir. ABD’nin takınması gerekebilecek tutum hakkında da Atatürk muhatabına “ Amerika’nın geçen savaşta olduğu gibi, bu savaşta da tarafsız kalamayacağını ve Almanya’nın ancak Amerika’nın müdahale etmesiyle yenileceğini ” ifade etmiştir. O yıllarda Avrupa’ya yönelen asıl tehdit ve tehlike konusunda da Atatürk tahmin ve düşüncesini şu sözlerle açıklamıştır: “Avrupa devlet adamları, başlıca anlaşmazlık konusu olan önemli siyasî konuları, her çeşit millî egoizmlerden uzak ve yalnız herkesin yararına olarak, son bir çaba ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Çünkü, Avrupa sorunu İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlıklar sorunu olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir. Bütün maddî ve manevî imkânlarının hepsini birden, dünya ihtilâli amacı uğruna seferber eden bu korkunç güç, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni bir siyasî yöntem uygulamakta ve düşmanlarının en küçük hatalarından bile kusursuz olarak yararlanmasını bilmektedir. Avrupa’da ortaya çıkacak bir savaşın başlıca kazananı ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülkeyle en çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada gelişen olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin anlayışlarını kusursuzca sömüren, onların millî isteklerini okşayan ve kinleri kışkırtmasını bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca güç durumunu almışlardır.” [lxx] Mac Arthur Atatürk’e cevaben “Düşüncelerinize tamamen katılıyorum” demiş ve “Avrupa’da başlayacak bir savaş, mutlaka Asya’ya da yayılacaktır. Ancak, büyük devletlerin Avrupa’daki yenilgilerini, Japonya, Asya’daki emellerini uygulamak için fırsat bilecektir” demiştir. Görüşmenin sonunda Atatürk gülerek muhatabına “görüşlerimizde tam bir mutabakat var. Ancak temenni edelim ki, vaziyeti biz yanlış görelim ve dünyanın mukadderatını ellerinde tutan devlet adamları haklı çıksınlar.” [lxxi] Atatürk’ün milletlerarası sahnede gelecek on yıl içinde meydana gelebilecek gelişmelere dair ABD Genelkurmay Başkanı’na ifade ettiği kehanet gibi tahminleri, ziyaret yapıldığı günlerde basında yayınlanmamıştır. Bunun sebebi olarak aklıma, hem Türkiye’nin, hem ABD’nin o dönemdeki diğer devletlerle olan kendi ikili ve çok taraflı ilişkileri bakımından hassasiyet yaratabilecek nitelikteki bu beyanların kamuoyuna aktarılmaması hususunda Atatürk’ün ve Mac Arthur’un o görüşmede birbirlerine asker sözü vermiş olabilecekleri ihtimali gelmektedir. Özellikle Atatürk’ün Bolşevizm’den ve Rusya’dan yakın gelecekte gelebilecek tehdit ve tehlikeler hakkında muhatabına açık sözlü tahminlerde bulunduğu dönemde Türkiye ve Sovyet Rusya arasında çok dostane münasebetler cereyan etmekteydi. Nitekim Atatürk, Mac Arthur ile yaptığı görüşmeden bir ay sonra TBMM’deki nutkunda Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerimiz hakkında “ Bu yıl seçkin bir Sovyet heyetinin karşı ziyaretini kabul ettik. Bu ziyaretin onuncu yıl bayramına rastlaması, iki ülke arasındaki ilişkilerinin derin samimiyetini gösteren mutlu bir neden olmuştur . İki ülkenin zor zamanlarında kurulmuş olan, beş yıldır türlü sınavlardan daha güçlenerek çıkmış bir dostluğun her zaman yüksek değer taşıdığı ve uluslararası barış için değerli ve önemli bir etken olduğu da kabul edilmelidir. ” [lxxii] H. Atatürk - Roosevelt Döneminde Dostluk İlişkileri: [lxxiii] a. İlk Mesaj Teatileri : ABD’de Franklin Delano Roosevelt’in 1933’de başlayan Başkanlığı döneminde Cumhurbaşkanları düzeyinde kurulan samimi dostluk, Türk ve Amerikan kamuoylarına da karşılıklı dostluk havası meydana getirmiştir. F.D. Roosevelt seçildikten fakat henüz göreve başlamadan önce Şubat ayında Miami’de bir suikast teşebbüsüne hedef olmuş ve yaralanmadan kurtulmuştur. Bu münasebetle Atatürk Başkan Hoover’e bir mesaj göndermiş ve olaydan duyduğu üzüntüsünü ve Türk halkının Amerikan halkına olan dostluk duygularını ifade etmiştir. Atatürk, Roosevelt’e Mart ayında göreve başlaması üzerine tebrik; kısa bir süre sonra da Kaliforniya eyaletinde Los Angeles merkezli meydana gelen deprem felâketi sebebiyle geçmiş olsun ve taziye telgrafları göndermiştir. Atatürk’ün bu dostane mesajlarına, Roosevelt dostane ifadelerle cevap vermiştir. Bu mesajları, iki hafta kadar sonra Atatürk’ün gönderdiği yeni bir taziye mesajı takip etmiştir. ABD’nin Akron isimli yolcu balonunun 1933 Nisan başında kazaya uğraması ve çok can kaybı meydana gelmesi üzerine Atatürk Roosevelt’e şahsı ve Türk Milleti adına üzüntü beyan eden bir taziye mesajı göndermiştir. Roosevelt bu mesajı kendisinin ve Amerikan halkının dostluk duygularını yansıtan bir mesajla cevaplandırmıştır. b. Dünya Ekonomik Durumu ve Silâhsızlanma Çalışmaları Hakkında Mesajlaşma: Roosevelt dünyanın siyasî ve ekonomik alanlarda karşı karşıya bulunduğu tehditler, tehlikeler, alınmasında fayda gördüğü âcil tedbirler ve silâhsızlanma çalışmaları hakkında dünyanın önde gelen devletlerinin Liderlerine ve bu çerçevede Atatürk’e 16 Mayıs 1933 tarihli bir mesaj göndermiştir. Atatürk, 18 Mayıs 1933 tarihli cevabî mesajında, diğer hususlar meyanında, Türkiye’nin dünya barış davasına olan bağlılığını, yaptığı katkıları, Türkiye’nin Cenevre Silâhsızlanma Konferansı’ndaki aktif tutumunu, ABD gibi Türkiye’nin de, saldırı vasıtalarının imhasından ve savunmanın kuvvetlendirilmesinden yana olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca şunu ifade etmiştir: “ Silahsızlanma Konferansı hakkında sizinle aynı düşüncede olarak belirtmek isterim ki, erişilmesi istenen netice çok mühimdir. Bu neticenin gerçekleşmesi de, bütün dünyanın refahının kaynağı olan sükûnet ve güvenlik ideali uğruna özel menfaatlerin terkedilmesine bağlıdır. ” c. ABD’nin Yeni Büyükelçisi’nin Güven Mektubu Sunma Törenindeki Konuşmalar: ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Robert P. Skinner Güven Mektubu’nu 16 Ekim 1933 günü Atatürk’e sunmuştur. Büyükelçi törende yaptığı konuşmada, özetle, göreve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10 yıldönümü günlerine tesadüf etmesinin anlam ve önemi üzerinde durmuş; bu kutlu yıldönümü için ABD Cumhurbaşkanı’nın tebrikini dile getirmiş; Amerikan halkının Türkiye’ye dostane ilgi gösterdiğini vurgulamış ve bu ilginin başta gelen sebebinin Atatürk’ün ilham verici liderliği altında Türkiye’nin on yıl içinde gösterdiği olağanüstü gelişme olduğunu ifade etmiştir. Atatürk cevabî konuşmasında başlıca şunları söylemiştir: “….. Saygıdeğer Amerika Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyetimizin 10.Yıldönümü sebebiyle bana gelen tebrik ve dileklerinden dolayı çok duygulandım. Kendilerine, gösterdikleri bu incelikten ve ilgiden dolayı teşekkürlerimi sunarım. Eziyetli bir mücadele sonunda ve büyük özverilerle Cumhuriyet idaresini kuran Türkiye, kurtuluşu için vatansever liderlerinin dahice yönetimi altında şanlı mücadeleler yapmış ve dünyaya yüksek vatanseverliğini ve kahramanlığını göstermiş olan Amerikan milletini övgüyle anmaktadır. Büyük Cumhuriyetinizin vatandaşlarının memleketimizde gerçekleşmesine çalıştığımız yenilik hareketlerine karşı derin ilgi göstermekte olduğu hakkındaki sözlerinizden çok memnun oldum. Saygıdeğer Amerika Cumhurbaşkanı’nın, memleketin iktisadî kalkınması yolunda geçen uygulamalarını ilgi ve dikkatle izlemekteyiz. Bu uygulamaların başarılı olmasını candan ve gönülden dileriz…. ” d. Başkan Roosevelt’in Cumhuriyet’in 10. Bayramı Kutlama Mesajı ve Atatürk’ün Cevabı: Başkan Roosevelt 29 Ekim 1933 günü Atatürk’e bir kutlama mesajı göndermiş, mesajında Cumhuriyetimizin 10. Yıldönümü münasebetiyle “ en sıcak ve samimi ” tebrikini sunmuş ve “ geçen bu on sene zarfında Zatı Alileri’nin faal ve şuurlu idaresi altında Türkiye, dünyanın en gelişmiş milletleri arasına girmekle kalmayıp, uluslararası barış mücadelesinin de başlıca lideri olmuştur " sözlerine yer vermiştir. Atatürk, cevabî mesajında Roosevelt’e ifade ettiği iyi dilekler ve kutlama için teşekkür etmiş ve “ bütün Türkiye tarafınızdan girişilen asil işi hakiki bir alâka ile takip etmekte ve dost memleket için tamamıyla gerçekleşmesini temenni eylemektedir. Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin mümtaz Reis’inden bu bayram günlerinde gelen dostluk sözleri bütün Türk Milleti’nce hissolunacaktır…. ” e. Başkan Roosevelt’in Özel Jesti: Vaşington Büyükelçimiz Ahmet Muhtar Bey Cumhuriyet bayramımız münasebetiyle 29 Ekim 1933 akşamı, New York'da, " Türkiye'nin Amerikalı dostlarının ” da katıldığı büyük bir yemek vermiştir. Başkan Roosevelt bu yemeğe bir mesaj yollamıştır. Mesajda, diğer hususlar meyanında şu ifadeler yer almıştır: “…. Bir milletin tarihinde on sene gibi kısa bir müddet bir dönüm noktası teşkil edebilir, fakat bu müddet bilhassa Türk Milleti’nin tarihinde pek hususi bir ehemmiyeti haiz bir dönüm noktasıdır. Bu nispeten kısa müddet zarfında Türk Milleti hayatında ve müesseselerinde husule getirdiği ve derin akisler yapan değişiklikler sayesinde terakki yoluna büyük bir emniyetle girmiş ve bütün dünyanın dikkat ve hayranlığını üzerine celbetmeye muvaffak olmuştur. Dünyanın istikrar, sulh ve terakki içinde millî hayat süren memleketleri arasına girmeye ve hakikaten kendisine yaraşan mevkii almağa muvaffak olan Türkiye'nin Devlet Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin bu uğurda ve maksat için sarfetmekte olduğu kudretli hamleleri, Amerikan milleti sempati dolu bir alâka ile takip etmektedir. Derin ve çeşitli olan Türk reformlarının muvaffakiyetindeki harikulâde ehemmiyettir ki, samimi tebriklere sebep teşkil etmektedir. Bu fırsattan istifade ederek sizlere iştirak ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti Reisine devamlı muvaffakiyeti için kalbî tebriklerimi ve Türk Milletine refah ve saadeti için dost dileklerimi sunarım. ” f. Atatürk’ün Roosevelt’in Jestine Cevabı: Atatürk, ABD Başkanı Roosevelt’in Vaşington Büyükelçimizin New York’ta düzenlediği Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü yemeğine gönderdiği kutlama mesajından duyduğu memnuniyeti bir mesajla ifade etmiştir. Vaşington Büyükelçiliğimizce ABD Yönetimine ulaştırılan mesajda Atatürk Amerikan Milleti’ne ve Başkanı’na teşekkür etmiş ve şöyle demiştir: “…. On yaşını bitiren Cumhuriyetimiz daha kurulurken kendine çizdiği hareket hattını adım adım takip etmiş ve bu kısa müddet içinde yakın mazinin biriktirdiği karanlıkları dağıtmaya muvaffak olmuştur. Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı umdelerinden biri olan ‘yurtta sulh cihanda sulh’ gayesi insaniyetin ve medeniyetin refahı ve gelişmesinde en esaslı amil olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihara medardır. Türkiye’de doğan inkılâp güneşi yükselerek hararetini neşrettikçe, Türk Milleti’nin kalbi bütün dünyanın büyük ve takdire şayan eserlerine karşı sıcak bir muhabbetle dolmakta ve bütün gelişme ilkelerini tamimiyle benimsemektedir. İşte bu derin takdir ve anlayışladır ki, Türk Milleti, daha çok evvel aydınlanan Birleşik Amerika Milletlerine ve onların kudretli Başkanı’na karşı hadsiz bir sevgi ve cazibe hissetmektedir. Sayın Roosevelt’in büyük faaliyetleri Türkiye’de derin bir alaka ile takip edilmektedir. Bu bilgili faaliyetin Amerikan Milleti için amaçladığı refahı sağlamasını ve böylece dünyadaki acıların hafifletilmesine hizmet etmesini Türkler yürekten temenni etmektedirler…” g. Atatürk ve Roosevelt Arasında Pul Diplomasisi: 1935 Mart ayı içinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığımıza müracaatla ABD Başkanı Roosevelt’in pul koleksiyonculuğuna pek meraklı olduğunu ifadeyle Türkiye’nin yeni çıkacak posta pullarından zamksız bir takımın bedeli karşılığında kendilerine verilmesini talep etmiştir. Atatürk ABD Büyükelçiliği’nin bu talebinden haberdar olunca pulları Roosevelt’e kendi imzasıyla göndereceğini söylemiş; sadece son çıkan pul serisinin değil, Türk Posta İdaresi’nce o vakte kadar çıkarılmış pul serilerinin de gönderilmek üzere ve derhal hazırlanması emrini vermiştir. Türkiye’de o güne kadar yayınlanmış pullar zamklı olduğu için o pullardan birer takım zamklı, son olarak çıkan “Uluslararası Kadınlar Birliği” temalı pullardan da zamksız bir takım ABD Başkan’ı Roosevelt’e sunulmak üzere Vaşington Büyükelçiliğimize gönderilmiştir. Bir yıl sonra dünyaca ünlü Amerikalı bağımsız (freelance) fotoğrafçı, kısa ve dokümanter film yapımcısı Julien Bryan Türkiye hakkında bir dokümanter film hazırlamak arzusuyla 1936 yılının Eylül ayında Türkiye’ye gelmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde meydana gelen başlıca devrimler, köklü değişiklikler hakkında kendi sesiyle izahlı çarpıcı kısa filmler hazırlamış olan Julien Bryan’ın amacı, bu defa Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâplar neticesinde Türkiye’de meydana gelmiş olan köklü değişiklikleri gösteren bir dokümanter film yapmak olmuştur. Bu çerçevede Atatürk’ün günlük hayatını filme almak istemiştir. Atatürk bu isteğini kabul etmiş ve Julien Bryan’ı iki gün süreyle İstanbul’da Florya Köşkü’nde misafir etmiştir. Bryan hazırladığı filme “Yeniden Doğan Türkiye” (Reborn Turkey) adını vermiştir. ABD’de çeşitli Eyaletlerde, kulüplerde, enstitülerde, müzelerde, Vaşington’da Türkiye Büyükelçiliği’nde ve diğer bazı Büyükelçiliklerde gösterilmiştir. Mahallî gazetelerde haber ve Türkiye hakkında olumlu yorum konusu olmuştur. Filmin Atatürk Türkiye’sinin ABD kamuoyuna tanıtılması bakımından çok faydalı ve etkili olduğu kaynaklarda ifade edilmektedir. Başkan Roosevelt’in Julien Bryan’ı ve eşini davet etmesi üzerine 27 Mart 1937 akşamı Beyaz Evde Roosevelt’in seçkin özel davetlilerinin huzurunda gösterilmiştir. [lxxiv] ABD Başkanı Roosevelt Atatürk’e 6 Nisan 1937 tarihli şu mektubu göndermiştir: “ Azizim Bay Cumhurbaşkanı, Ahiren Türkiye’de Bay Julien Bryan tarafından alınmış olan filmi, birkaç akşam evvel, Beyaz Ev’de seyrettim. Nispeten kısa bir zamanda meydana getirdiğiniz pek çok şayan-ı hayret hususatı görünce hissettiğim şevk ve heyecanı size arz etmek istedim. Kıymetli şahsiyetinizin, evinde ve plajda küçük kızınız ile oynarken çekilmiş olan resimlerinizi seyretmekle bilhassa bahtiyar oldum. Bu, sizin ve benim bir gün birbirimize mülâki olmak fırsatı bulacağımız ümidini bende bir kat daha takviye etti. Nadir olan istirahat zamanlarımda, bana göndermek lütfunda bulunduğunuz Türk posta pulları koleksiyonunu seyretmekteyim. Bunlar üzerinde resmedilmiş olan manzaraları, bir gün kendi gözlerimle görmeyi ümit ediyorum. Samimi saygılar ve halisâne temennilerimle. Vefakârınız Franklin D. Roosevelt” Roosevelt’in Türkiye’de gerçekleştirilen başarılı işler hakkında takdir ifade eden, Türkiye’yi ziyaret etme ve Atatürk ile buluşma arzusunu iade eden bu çok dostane mektubuna Atatürk “iki Devlet’in “ umumi sulh ve insanlığın saadetini ” sağlama ortak hedefini güttüklerini vurgulayan dostane üslup ve muhteva taşıyan 25 Mayıs 1937 tarihli şu cevabî mektubu göndermiştir: “ Azizim Bay Cumhurbaşkanı, Ahiren Türkiye’de Bay Julien Bryan tarafından alınmış olan filmi seyretmekten duyduğunuz memnuniyeti bildiren 6 Nisan 1937 tarihli lütufkâr mektubunuzu hakiki sevinç ile aldım. Mektubunuzda, ahvalü şerait müsaade eder etmez, birbirimize bir gün mülâki olacağımız ümidini de izhar buyuruyorsunuz. Samimi duygularınız ve modern Türkiye’de elde edilen terakki hakkındaki takdirkâr telâkkinizden dolayı size fevkalâde müteşekkir olduğuma inanmanızı rica ederim, Bay Cumhurbaşkanı. Bu fırsattan istifade ederek Amerika Birleşik Devletleri hakkındaki hayranlığımı tekrar bildirmek isterim, bilhassa ki, bizim iki memleketimiz, umumi sulh ve insanlığın saadetini istihdaf eden aynı ideali gütmektedir. Size bir an evvel mülâki olmak benim de samimi arzum olduğundan harikulade işler yapmış sevimli ve kuvvetli şahsiyetinizi Türkiye’de selâmlayacağım güne sabırsızlıkla intizar ediyorum. Samimi duygular ve hâlisane temennilerimle, Vefakârınız, K. Atatürk ” Atatürk ile Roosevelt arasındaki bu dostane yazışma ABD’de Türkiye’de basında haber ve yorum konusu olmuştur. İki Devlet arasında güçlenen dostluk vurgulanmıştır. 11 Temmuz 1937 günkü Cumhuriyet Gazetesi’nde Yunus Nadi’nin “ İki Büyük Cumhurbaşkanı Arasında ” başlıklı baş yazısı çıkmıştır. Yazının alt başlığında “ İki büyük milletin iki büyük şefinin mektuplarında karşılıklı sevgi ve saygı en yüksek ifadelerini bulmuştur ” ibaresi yer almıştır. 14 Temmuz 1937 tarihli Ulus Gazetesi de Falih Rıfkı Atay’ın “İki Mektup” başlıklı baş makalesini yayınlamıştır. 1 Ağustos 1937 günkü New York Times Gazetesi konuya “ Roosevelt, Atatürk rejimini övüyor” başlıklı bir haber olarak yer vermiştir. Haberin alt başlıkları olarak “ Türkiye Cumhurbaşkanı yanıt olarak buradaki yönetime olan hayranlığını ifade ediyor. Erken buluşma umudu. Ankara'yı ziyaret daveti yapıldı... Ülkelerin aynı idealleri paylaştıkları dile getirildi ” ibareleri kullanılmıştır. Haber şöyledir: “ Dün kamuoyuna açıklananı mektuplara göre, Cumhurbaşkanı Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ün 14 yıl önce Cumhurbaşkanı olduğundan bu yana ülkeyi yeniden inşa etmede gösterdiği başarılara hayranlık duyduğunu ifade etti. Türk lider Türkiye ile ABD'nin aynı idealleri paylaştığını açıkladı. Cumhurbaşkanı Roosevelt de bir gün Türkiye'yi ziyaret etme umudunu dile getirdi ve ABD Başkanı'nı başarılarından ötürü öven Cumhurbaşkanı ATATÜRK, erken ziyaret davetinde bulundu.” Atatürk’ün kamu diplomasini maharetle kullanması, Roosevelt’in pul koleksiyonu hobisini öğrenince bir jest yapma cihetine gitmesi ve ünlü bir fotoğrafçının kendisinin günlük yaşamını görüntülemesine müsaade etmesi, ve buna benzer tutum ve davranışları sayesinde Türkiye ile ABD arasında dostane ilişkilerin gelişmesinin kapısı açılmıştır. Atatürk’ün Türkiye’de gerçekleştirdiği inkılâpların, çağdaşlaşma yolundaki hamlelerinin ABD kamuoyu tarafından öğrenilmeye başlanmasıyla da iki Devlet arasında karşılıklı yarar esasına göre somut işbirliği için yol taşları döşenmeye başlamıştır. Ne yazık ki, Atatürk’ün o dönemin şartları ve ihtiyaçlarında ABD ile dostane ilişki ve işbirliğini geliştirme yolunda attığı sınırlı, fakat, anlamlı adımlarını sürdürmesine ömrü vefa etmemiştir. III. İNÖNÜ DÖNEMİNDEKİ DIŞ POLİTİKAMIZIN VE HATIRA PULUNUN ÇIKARILDIĞI 1939 YILININ GENEL DÜNYA ŞARTLARI BAKIMINDAN ÖZELLİĞİ 1. Atatürk’ün Dış Politikasına Bağlılık: Atatürk’ün ebediyete intikali, dünyada ve özellikle Avrupa’da siyaset sahnesinde tehlikeli fırtınaların hazırlayıcısı ve habercisi olan sert fakat istikrarsız rüzgârların estiği bir dönemde vukubulmuştur. Dünya Avrupa’da başlayacak genel bir savaşa doğru hızla kaymaya başlamıştır. Uluslararası konjonktürün ağırlaşan şartlarında Büyük Önderimiz Atatürk’ten sonra TBMM tarafından Cumhurbaşkanı ( Reisicumhur ) seçilen İsmet İnönü, Atatürk’ün “ Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ” düsturunun savunucusu ve uygulayıcısı olmuştur. İnönü, 11 Kasım 1938 günü Cumhurbaşkanı seçilmesini müteakip TBMM’ne hitaben yaptığı ilk konuşmasında dile getirdiği “ sulh ve terakki (gelişme) yoluna bütün gayretlerini asîl bir surette vakfetmiş olan Milletimiz ” sözündeki “ sulh ” vurgusu ile dış politikamızın barışçı vasfının korunacağının ilk işaretini vermiştir. Harplerin ülkeler için sebep olduğu çok ağır insanî ve maddî kayıpları, acıları, yoklukları, sefaleti Atatürk gibi yaşayarak görmüş olan İnönü, Atatürk’ün “barışçı, dengeli ve gerçekçi” dış politikasına sadık kalarak Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı, savaş felâketine uğramasını önlemeyi başarmıştır. Bunu başarmak hiç de kolay olmamıştır. 2. İkinci Dünya Savaşı’nda “Aktif Tarafsızlık” : Cumhurbaşkanı İnönü 1 Kasım 1940 günü TBMM’nin Yasama Yılını açış konuşmasında Dünya Savaşı karşısında Türkiye’nin tutumunu şu sözlerle ifade etmiştir: “ ….Türkiye’nin, hudutları haricinde bir karış toprakta gözü, bir hakkı ihlâle niyeti yoktur. Bize, emniyetimize, o emniyetle müteradif (eş anlamlı) olan hayatî menfaatlerimize tecavüz niyetinde olmayan hiçbir Devlet, bizim siyasetimizden endişe ve bizi, hakkımızın mahfuziyetini (korunmasını) istediğimizden dolayı, muaheze edemez (kınayamaz). Bizim harp harici vaziyetimiz, bize karşı ayni iyi niyeti gösteren ve tatbik eden bütün Devletlerle en normal münasebetlere mâni değildir. Kezalik, harp harici vaziyetimiz, bizim topraklarımızın, deniz ve havalarımızın muharipler (savaşanlar) tarafından birbiri aleyhine kullanılmasına istisnasız olarak mânidir ve biz muharebeye girmedikçe katî ve ciddî olarak mâni kalacaktır…. ” Türkiye, İkinci Dünya Savaşı boyunca “aktif tarafsızlık” olarak nitelendirebileceğimiz bir politika izlemiştir. Harbin resmen başlamasıyla birlikte bir taraftan 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa ile üçlü “Karşılıklı Yardım Antlaşması” imza etmiş, diğer taraftan da Almanya’nın husumetini celbetmemek için Almanya’ya Savaş ilânında bulunmamıştır. Almanya ile 18 Haziran 1941 tarihinde “Dostluk Antlaşması” yapmıştır. Yine Almanya ile Ekim 1941’de ticari mübadelelerin tanzimine dair anlaşma ve Aralık 1942’de kredi anlaşması imza etmiştir. 3. ABD İle Dostluk İlişkileri: A. Ticaret Anlaşması: Türk – Amerikan ilişkilerinde de İnönü döneminin dış politikasının ilk belirtileri, Atatürk’ün Roosevelt ile kişisel plânda oluşturduğu dostluğun açtığı yolda yürüneceğini ortaya koymuştur. Nitekim, iki Devlet arasında “Karşılıklı Ticaret Anlaşması” yapılması için Atatürk hayattayken başlatılmış olan müzakereler sonuçlanmış ve Anlaşma 1 Nisan 1939 tarihinde Ankara’da imzalanmıştır. Anlaşma 16 Haziran 1939 tarihinde TBMM tarafından onaylanmıştır. B. Diplomasi Vasıtası Olarak Hatıra Pulu: Kısa bir süre sonra Türkiye PTT İdaresi tarafından 15 Temmuz 1939 günü “Amerika Birleşik Devletleri İstiklalinin 150. yıl Dönümü Hatırası” olarak bir seri pul yayınlanmıştır. Türkiye’nin yaptığı bu jestin önemi ve anlamı vardır. Bu jestle Türkiye hem ABD Devleti’ne ve halkına, hem de özel olarak ABD Başkanı Roosevelt’e dostane biçimde hitap etmiş olmaktadır. Hobileri arasında pul koleksiyonculuğu da bulan Roosevelt’in ilgi ve dikkatini çekecek bir vasıtayla dostluk mesajı verilmiştir. Böylece, İnönü de, Atatürk’ün yolunu izleyerek, hatıra pulunu etkili bir diplomasi enstrümanı olarak kullanmıştır. Altı parçadan oluşan pul serisinin, iki pulunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Birinci Cumhurbaşkanları olarak Atatürk’ün ve Washington’un portreleri, diğer iki pulun üzerinde de görevdeki Cumhurbaşkanları olarak İnönü’nün ve Roosevelt’in portreleri yer almıştır. Son iki pulda da Türk ve Amerikan bayrakları resmedilmiştir. C. Sovyet Rusya’nın Emelleri Belli Oluyor; ABD İle İlişkiler Daha Dostane Gelişiyor: Türkiye’ye II. Dünya Savaşı genişleyerek sürdükçe, Türkiye, Almanya’ya karşı savaş açarak bir cephe oluşturması yönünde İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve daha ölçülü olarak da ABD’nin baskılarına maruz kalmaya başlamıştır. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin Savaş ertesine dair Türkiye hakkındaki tarihî emel ve tasavvurları da giderek Türkiye’yi ciddi suretle endişeye düşürecek ölçüde belirginlik kazanmıştır. Sovyetler Birliği’nin, ya savaşa giren ve Alman işgaline uğrayan Türkiye’nin kurtarıcısı olma veya Savaş sonunda karşısında harpte iyice yıpranmış ve zayıf düşmüş bir Türkiye bulma hayal ve tasavvuru içinde Türkiye’nin Almanya’ya karşı bir cephe açmasında ısrarlı olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca Türkiye, Savaş’ın gelişmeleri içinde Sovyet Rusya’nın bütün Orta Avrupa’yı ve Balkanları işgali altına alacağını ve Avrupa’da hakim bir dünya gücü olarak ortaya çıkacağını görmüştü. Bu değerlendirmeyi Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu Adana’da 1943 başında buluştukları İngiltere Başbakanı Churchill’e ifade etmişlerdi. [lxxv] Bu gelişmeler içinde, Türkiye’nin fiilen savaşa girmesi konusunda ve özellikle Silâhlı Kuvvetlerimizin duyduğu ihtiyaçlar bakımından ABD Başkanı Roosevelt Türkiye’ye karşı anlayışlı bir tutum göstermiştir. Meselâ, Churchill, Stalin ve Roosevelt 1 Aralık 1943’de Tahran’da buluştukları zaman Türkiye konusunda Türkiye’nin taleplerini haklı bulan Roosevelt ile Churchill arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. İnönü TBMM’de 1 Kasım 1944 günü yaptığı konuşmada Türkiye’nin ABD ile ilişkileri hakkında “ Birleşik Amerika ile münasebetlerimiz ve temaslarımız ikinci cihan harbi esnasında daha artmış ve daha dostane olmuştur. İki memleket arasındaki münasebetlerin gelecekte daha geniş ve daha yakın olacağını ümit ediyoruz ” ifadelerini kullanmıştır. TBMM’de 1 Kasım 1945 tarihinde yaptığı konuşmasında da İnönü ABD’nin Türkiye ile ilgili tutumu hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “….4 Aralık 1941 tarihinde Amerika Cumhurbaşkanı Türkiye’nin savunması, Amerika savunması için hayati bir ehemmiyette olduğunu beyan ederek, kendiliğinden ve bir sözleşme imza etmeksizin bize ödünç verme ve kiralamadan malzeme vereceğini ilân etmiştir. Amerika ile Ödünç verme ve Kiralama Sözleşmesinin imzalanması 23 Şubat 1945 tarihindedir…..Amerika Birleşik Devletleri ile münasebetlerimiz artan bir dostluk içinde gelişmektedir. Amerika’nın Birleşmiş Milletler Anayasasının prensiplerini samimi olarak her millet için takip edeceğine güveniyoruz… ” D. Yalta Konferansı’nda Sovyetler Birliği’nin Türk Boğazlarına Yerleşme Emeli Belli Oluyor: Roosevelt, Stalin ve Churchill Şubat 1945’te Yalta’da buluştukları zaman, Stalin Türkiye’nin Boğazlarında Sovyetler Birliği’ne üs verilmesini talep etmiştir. Böylece Sovyetlerin önce Boğazlara ve sonra da Akdeniz’e yerleşme tarihî emelleri yeniden tezahür etmiştir. Dünya’daki stratejik güç dengelerini doğrudan etkileyecek bu talebin ABD ve İngiltere tarafından kabul edilmesi tabiatıyla mümkün olmamıştır. E. Türkiye Almanya’ya ve Japonya’ya Savaş İlân Ediyor: Yalta’da üç Lider ayrıca Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulacak Birleşmiş Milletler’e sadece 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya ve Japonya’ya savaş ilân etmiş Devletlerin kurucu üye olarak katılabilecekleri yolunda bir karar almışlardır. Türkiye Savaş’ı Almanya’nın kaybedeceğine dair yaptığı tespitlerle 20 Nisan 1944’de Almanya’ya yaptığı krom ihracını durdurmuştur. 2 Ağustos’ta Almanya, ardından Japonya ile diplomatik münasebetlerini kesmiştir. Üç liderin Yalta’da aldıkları karar karşısında da Türkiye 23 Şubat 1945’de önce Almanya’ya sonra da Japonya’ya savaş ilân etmiştir. Böylece Türkiye Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’na kurucu üye olarak katılmıştır. Roosevelt ve Churchill, Yalta’da Savaş’tan sonra Rusya’nın uluslararası sahnede oynamak istediği rolü ve bu çerçevede Türkiye hakkındaki emel ve niyetini hiç veya tam olarak kavrayamamışlardır ki Stalin’in 1936 Montrö Boğalar Sözleşmesi’nin tadili için yaptığı teklifi baştan reddeden bir tutum takınamamışlardır. Gerçekleri tam olarak görebilmeleri için bir sene kadar bir zaman geçmesi gerekmiştir. F. ABD Başkanı Roosevelt’in Ölümü ve İnönü’nün Taziye Mesajları: [lxxvi] ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt 12 Nisan 1945 tarihinde öldü. a. Radyo Mesajı: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Amerikan halkına 13 Nisan akşamı radyoda yaptığı konuşma ile taziyede bulundu. Konuşmanın metni şöyle: “ Bugün Birleşik Amerika Milletleri en değerli bir vatandaşlarını, bütün insanlık âlemi asil ve büyük bir evlâdını, Türk Milleti kıymetli bir dostunu kaybetmiş bulunuyor. Bu ani ve acıklı ölüm dolayısıyla duyduğum derin teessür hislerinin, bütün vatandaşlarımın kalpten gelen samimi duygularının da ifadesi olduğuna eminim. Kendisi ile şahsi temaslarımda yüksek meziyetlerine hayran kaldığım bu büyük insan, memleketimizin hayırhahı ve her işte adalet ve hakkın taraftarı idi. İnsan vücudunun tahammülü fevkinde mütemadi bir gayret göstererek harp ve sulh için bir çalışma numunesi olmuştu. Muharebe meydanında sonuna kadar çarpışan er gibi, vazife başında sonuna kadar uğraşarak kahramanca ölmüştür. Başkan Roosevelt’in faaliyetinin semereleri yalnız mensup olduğu geniş memleket ve büyük millete münhasır kalmayıp, dehasından ve insanlığın saadetine ait yüksek fikirlerinden bütün cihan faydalanmakta idi. Düşmanlara karşı zaferin en ön safta âmili olan Roosevelt’in ufukta zaferi gördükten sonra gözlerini kapaması hepimiz için bir tesellidir. Hak ve adaletin korunması için giriştiği muazzam davayı sevk ve idarede gösterdiği kudret ve muvaffakıyeti, yarınki dünyaya, beşer imkânları derecesinde, azami bir sulh ve sükûn devresi temini suretiyle, tamamlamağa hazırlanıyordu. Müdafaa eylediği fikirler istikbalde devletler arasındaki münasebetlere hâkim olunca Roosevelt adı milletlerarası anlaşmanın bir timsali olarak kalacaktır. En büyük ölünün önünde eğilerek hatırasını saygı ile analım. Türk milleti adına, Birleşik Amerika Milletlerine kalbimizin bütün derinliğinden taziyelerimizi sunarız.” b. Eşine Gönderilen Mesaj : “Madame Franklin Delano Roosevelt The White House Washington D.C. Sayın zevciniz ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanı Roosevelt’in, derin acı ile öğrendiğimiz ölümü dolayısıyla kalbî teessürlerimi arzederim. Böyle beklenmedik bir surette sizi müteellim eden (acılı kılan) büyük yasınız bütün Türk milletinin yasıdır. Büyük ölümün ebedî hâtırası önünde eğilirken derin ve kalbi taziyetlerimin kabulünü rica ederim. İsmet İnönü” c. Yeni ABD Başkanı Harry Truman’a Gönderilen Mesaj: “Ekselans Truman Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Washington D.C. Başkan Roosevelt’in âni vefatı beni pek derin bir teessür içinde bıraktı. Müstakbel barış teşkilâtının temellerini atmak için, yüksek himayesi altında, bir dünya konferansının toplanmağa hazırlandığı bu sırada vukua gelen bu acı olduğu kadar beklenmedik hâdise karşısında bütün Türk Milleti benim duygularımı paylaşmaktadır. Kendisiyle şahsi temaslarımda bu büyük adamın sadece dost Amerikan Milleti’ne değil bütün dünyaya, minnet ve hatırası tarihte ebedileşecek olan hizmetlerde bulunmasına imkân vermiş olan yüksek vasıflarını, insanî hislerini ve açık kalpliliğini yakından takdir etmek fırsatını bulmuştum. Başkan Roosevelt’in manevî huzurunda eğilirken Birleşik Milletler’in uğradığı bu yası gerek kendi adıma ve gerek Türk Milleti adına paylaşır ve ekselânsınızdan yürekten taziyetlerimin kabulünü rica ederim. İsmet İnönü” G. ABD’nin Jesti, Ölen Vaşington Büyükelçisi M. Münir Ertegün’ün Cenazesinin USS Missouri Zırhlısı ile İstanbul’a Getirilişi: Vaşington Büyükelçimiz Mehmet Münir Ertegün 11 Kasım 1944 tarihinde vefat etmiştir. Devem etmekte olan II. Dünya Savaşı sebebiyle nâşının ABD Hükûmeti tarafından diplomatik teamüllere uygun şekilde zamanında Türkiye’ye nakli mümkün olamamıştır. Washington'daki Arlington Millî Mezarlığı'nda geçici olarak muhafaza edilmiştir. Savaşın son ermesiyle ABD, Büyükelçimizin nâşını güvertesinde Japonya’nın Savaş’ta teslim belgesini imzalamış olduğu USS Missouri zırhlısı ile İstanbul’a nakletmiştir. Missouri’ye USS Providence kruvazörü ve USS Power destroyeri refakat etmiştir. Gemide Başkan Truman’ın Özel Temsilcisi Weddell ve ABD’nin Avrupa’daki deniz kuvvetlerinin Komutanı Oramiral Hewitt da yer almıştır. Missouri 5 Nisan 1946 Cuma günü İstanbul limanında demirlemiştir. Merhum Büyükelçi Ertegün’ün aynı gün İstanbul’da toprağa verilmiştir. Başkan Truman’ın Özel Temsilcisi verdiği demeçte “biz Missouri ile Türkiye’ye iki millet arasındaki büyük dostluğu sembolize etmek için geldik. Missouri’yi getirmekle milletlerarası nezaket sahasında en yüksek bir jest yapmak istedik” demiştir. [lxxvii] Özel Temsilci Weddell ve Oramiral Hewitt Ankara’ya geçmişlerdir. Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Saraçoğlu tarafından kabul edilmişlerdir. İnönü yabancı bir basın mensubuna verdiği demeçte “Amerikan Donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa, o kadar iyi olur” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Saraçoğlu’nun da demecinde “Birleşik Amerika ve İngiltere, saldıran bir devletin tarafını tutacak bile olsalar, varlığımız uğruna dövüşmekten başka bir ihtimal hatırımıza gelmez" dediği basında çıkmıştır. [lxxviii] ABD’nin jesti ve Misouri’nin İstanbul’a gelip 4 gün kalması Türk basınında ABD’nin dostluğunu övgüyle vurgulayan haber ve yorumların çıkmasına vesile olmuştur. ABD’nin Büyükelçi Ertegün’ün nâşını ABD donanmasının Missouri gemisiyle Türkiye’ye nakletmesi, devletler arasındaki nezaket ve dostluk icaplarının çok ötesinde önem ve mahiyet taşıyan tarihî bir olaydır. Cenazenin nakli, Churchill’in ABD’nin Missouri Eyaleti’nin Fulton kasabasındaki Westminster Koleji’nde 5 Mart 1946’da “ demir perde ” (iron curtain) kavramını telâffuz ettiği döneme rastlamış, hattâ rastlatılmıştır. Churchill Fulton’daki konuşmasında Türkiye’yi de zikrederek “ Türkiye ve İran, kendilerinden yapılmakta olan taleplerden ve Moskova Hükümeti'nin uygulamakta olduğu baskıdan derinden kaygılı ve rahatsızdırlar ” dediği de bu çerçevede hatırlanmalıdır. Churchill’in dünya siyaset sahnesinde oluşan kamplaşma ve kutuplaşmaya ve ayrıca Türkiye ve İran’a yöneltilen taleplere ve baskılara Missouri eyaletinde işaret ettikten sonra ABD Japonya’yı teslim alan Missouri zırhlısını Akdeniz’e, Ege’ye İstanbul’a, Boğazlara, oradan Pire’ye göndererek Stalin’e “sıcak deniz Akdeniz’de, Doğu Akdeniz havzasında biz de varız; Sovyet yayılmacılığına, komünizmin yayılmasına, Türk boğazlarını kontrol etmene göz yummayız” mesajını iletmiştir. Aynı zamanda da Türkiye’ye, Türk kamuoyuna ses getiren etkili bir dostluk mesajı vermiştir. “Amerikan Devlet Yönetimi ve 1946 Karadeniz Boğazları Tartışması” başlıklı bir makalede [lxxix] şu bilgi yer almaktadır: “15 Ağustos 1946’da Beyaz Ev’de yapılan değerlendirmede, Truman yönetimi Rusya'nın Karadeniz boğazlarını ortak kontrol etme taleplerinin Türkiye'yi kontrol etme ve hakimiyet kurma arzusunu yansıttığı; Sovyetlerin Türkiye’yi kontrolüne izin verilirse, Rusya'nın Yunanistan'ı, Türkiye'yi ve tüm Yakın ve Orta Doğu'yu kontrol etmesini durdurmanın, imkânsız değilse bile, zor olacağı sonucuna varmıştır.” Yine makaledeki bilgiye göre, toplantıda hazır bulunan Dışişleri Bakan Vekili Dean Acheson Sovyetlerin karşısında ABD’nin sağlam durması gerektiğini vurgulamış; ancak bunun, Rusya’nın yine de tutumundan caymaması ve ABD’nin de takındığı tavrını değiştirmemesi halinde silâhlı çatışmaya yol açabileceğinin idraki içinde yapılması lâzım geldiğini söylemiş. Başkan böyle bir ihtimale hazır olduğunu ifade etmiş. Öyle sanıyorum ki, Missouri zırhlısının İstanbul’a gelişi insanî nitelikli ve diplomasi teamülü icabı olan bir olay gibi görünse de, NATO ittifakının Türkiye ve Yunanistan’ı da kapsayacak biçimde ortaya çıkmasına uzanan yola döşenen ilk taşlardan birini oluşturmuştur. SONUÇ 1939 yılında yayınlanan, 6 adet puldan oluşan, toplam nominal değeri 39,5 kuruş olan bir hatıra pulu serisinin Türk ve dünya tarihinin son 81 yılı hakkında ancak sayısız ciltlerce kitap halinde anlatılabilecek, yorumlanabilecek olayları içinde barındırarak temsil ettiğini farketmemin şaşkınlığı, bu yazı için varabileceğim tek sonuç olduğunu düşünmekteyim. Ankara, 2 Aralık 2020 [i] [ii] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, Kaynak Yayınları, Eylül 2015, pdf. S. 337 https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf [iii] “Ahde Vefa” kavramı Devletler Hukuku ilkesi olarak taraf devletlerin yaptıkları andlaşmalara ve anlaşmalara uyma zorunluluğunu ifade eder. [iv] Aptülahat AKŞİN, Emekli Büyükelçi, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi – Sa.56, 2. Baskı, Ankara, 2019, s. 87 [v] Aptülahat AKŞİN, s. 35 – 36. [vi] Aptülahat AKŞİN, Emekli Büyükelçi, ibid.,s.123 – 125. [vii] GAZİ M. KEMÂL, a.g.e., s. 38. [viii] Atatürk bu sözleri 15 Mart 1923 tarihinde Adana’da çiftçilere hitaben yaptığı konuşmada dile getirmiştir. Bazı kaynaklarda bu sözdeki “cinayettir” kelimesi “cinnettir” olarak verilmektedir. [ix] Bu konuda bknz. T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ TÜRK İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ, MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE HALKLA İLİŞKİLER, (1918-1922), Yüksek Lisans Tezi, Sezai Kürşat ÖKTE, Ankara-2013, https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/31660/okte.pdf?sequence=1 [x] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, a.g.e., s.213. [xi] MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN TÜRK KURTULUŞ Savaşı’nda İZLEDİGİ İLETİŞİM STRATEJİSİ, Osman ÖZSOY, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/26149 [xii] Resmî adı: “The 1919 Inter-Allied Commission on Mandates in Turkey” (Türkiye’de Manda Yönetimi hakkında 1919 Müttefikler arası Komisyon). [xiii] Prof. Frederick LATIMER, Sivas Kongresi’nde Amerikalı Bir gazeteci, Hayat Tarih Mecmuası, Yıl: 1, Cilt: 2, Sayı: 9, Ekim 1965, s. 83 – 87. [xiv] Mustafa Kemâl Atatürk, NUTUK, https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf [xv] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, a.g.e., s.31 [xvi] Mustafa Kemâl ATATÜRK, NUTUK. [xvii] Doç. Dr. Cemal Güven, Millî Mücadele’de Mustafa Kemâl Paşa’nın Yabancılarla Temas Ve Görüşmeleri, Eğitim Kitabevi, Nisan 2012, s.63-65. [xviii] Deniz BİLGEN, ABD’li Gözüyle Sivas Kongresi, Kaynak Yayınları: 384, Ocak 2004, s. 22. [xix] Ali Fuat CEBESOY, Moskova Hatıraları, Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, Yayın No: 135, Tarih/Kültür Dizisi: 27, İstanbul, Ekim 2002, s. 113 – 114. [xx] Aptülahat AKŞİN, a.g.e., s. 49 ve 68. [xxi] ‘Until you have crossed the bridge, you should call the bear your uncle.” [xxii] Lord KINROSS, ATATÜRK, The Rebirth Of A Nation, November 1964, Weidenfeld And Nocolson, 20 New Bond Street London W I, s. 240. [xxiii] Türk Dış Politikası (Editör: Baskın ORAN), Cilt I: 1919-1980, İletşim Yayınları, 2001, Dönemin Bilançosu, Baskın ORAN, s. 97-109. [xxiv] Türk Dış Politikası, a.g.e., s. 109 [xxv] İbrahim Ethem ATNUR, Mustafa Kemâl (ATATÜRK) ve Nahçıvan, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/687301 , Ayrıca bknz. Dr. Elçin NECİYEV, AZERBAYCAN’IN SOVYETLEŞTİRİLMESİ SÜRECİNDE KARABAĞ PROBLEMİ https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/639705 [xxvi] Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan 1992, Altıncı Yıl, Sayı. 64, s. 5, Mustafa Kemâl Paşa: Nahçıvan Türk Kapısıdır…Dinleyip nakleden: Faruk SÜMER. [xxvii] MEHMET ALİ BOLAT, YENİ TÜRKİYE İÇİN KARS ANTLAŞMASI’NIN ÖNEMİ MEHMET ALİ BOLAT, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/925953 . [xxviii] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, a.g.e., s. 151. [xxix] James G. Harbord, CONDITIONS IN THE NEAR EAST: REPORT OF THE AMERICAN MILITARY MISSION TO ARMENIA, https://fatsr.org/wp-content/uploads/2018/06/Harbord-report.pdf [xxx] https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d1yy1.htm [xxxi] TBMM I. DÖNEM, 2. Yasama Yılını Açış Konuşması. https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d3yy.htm [xxxii] “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ORDULARI! Afyonkarahisar - Dumlupınar büyük meydan muharebesinde zalim ve mağrur bir ordunun asıl muharebe birliklerini inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına lâyık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk Milleti, istikbalinden emin olmaya haklıdır. Muharebe meydanlarındaki maharet ve fedakârlıklarınızı, yakından müşahede ve takip ediyorum. Milletimizin hakkınızdaki takdirlerine vasıta olmak görevimi durmadan ve sürekli bir şekilde yerine getireceğim. Başkumandanlığa tekliflerde bulunulmasını cephe Kumandanlığına emrettim. Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin fikrî güçlerini, kahramanlık ve vatanseverliğini, birbirleriyle yarışırcasına göstermeye devam eylemesini talep ederim. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!” [xxxiii] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, s. 513 – 514. [xxxiv] https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/turk-bagimsizlik-davasinin-niteligi [xxxv] TBMM’nin I. DÖNEM, 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 28, Sayfa. 2, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d4yy.htm [xxxvi] TBMM’nin II. DÖNEM 1.Yasama Yılını Açış Konuşmaları, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 1, Sayfa 36, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d1yy.htm [xxxvii] OLAYLARLA TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Cilt I (1919 – 1973, 1987, Mehmet GÖNLÜBOL, Cem SAR (1919-1939) Dönemi, s. 59. [xxxviii] Bknz. http://www.mfa.gov.tr/ataturk-doneminde-turk-dis-politikasi.tr.mfa [xxxix] İrfan Neziroğlu ve Tuncer Yılmaz (ed)., Hükümetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri, Cilt 1, (24 Nisan 1920 – 22 Mayıs 1950), Ankara, TBMM, 2013, s. 85. https://www.tbmm.gov.tr/yayinlar/hukumetler/hukumetler_cilt_1.pdf [xl] https://www.tbmm.gov.tr/yayinlar/cumhurbaskani_genel_kurul_konusmalari/CB_konusmalari_cilt_1.pdf [xli] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 10, Sa. 1, 1 Kasım 1924, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d2yy.htm [xlii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 19, Sa. 7, 1 Kasım 1925, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d3yy.htm [xliii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 27, Sa. 1, 1 Kasım 1926, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/2d4yy.htm [xliv] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 1, Sa. 4, 1 Kasım 1927, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/3d1yy.htm [xlv] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 5, Sa. 2, 1 Kasım 1928, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/3d2yy.htm [xlvi] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 13, Sa. 2, 1 Kasım 1929, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/3d3yy.htm [xlvii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. III, C. 22, Sa. 2, 1 Kasım 1930, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/3d4yy.htm [xlviii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. IV, C. 4, Sa. 3, 1 Kasım 1931. https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d1yy.htm [xlix] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. IV, C. 10, Sa. 3, 1 Kasım 1932, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d2yy.htm [l] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. IV, C. 18, Sa. 2, 1 Kasım 1933 https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d3yy.htm [li] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. IV, C. 25, Sa. 3, 1 Kasım 1934, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d4yy.htm [lii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 6, Sa. 2, 1 Kasım 1935, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d1yy.htm [liii] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 13, Sa. 4, 1 Kasım 1936, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d2yy.htm [liv] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm [lv] Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 27, Sa. 3, 1 Kasım 1938, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d4yy.htm [lvi] Bu konuda bknz. Dr. Üner Kırdar, “Atatürk ve Milletler Cemiyeti”, Sivil Müdafaa Dergisi, Cilt 14, No.47, Ocak 1972, s.3-16. Ve http://www.butundunya.com/pdfs/2011/06/041-048.pdf [lvii] Montreux Boğalar Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Sunuş: Fahri S. KORUTÜRK, Çevirenler: Seha L. MERAY ve Osman OLCAY, 1976, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No. 390. [lviii] T.C. Hatay Valiliği, http://hatay.gov.tr/isim-hikayesi [lix] Prof. Fredrick LATIMER, a.g.e., s. 85 [lx] https://dergipark.org.tr/tr/pub/aamd/issue/55300/758739 [lxi] Clarence K. STREIT, Bilinmeyen Türkler - Mustafa Kemal Paşa, Milliyetçi Ankara ve Anadolu'da Gündelik Hayat Ocak-Mart 1921. https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/sakarya-savasina-gidisinden bir-gun-once-amerikan-milletine-bir-mesaj-istenmesi-uzerine ; Cumhuriyet Gazetesi, Tozlu raflar arasından çıkanlar..., 15 Kasım 2009 Pazar, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tozlu-raflar-arasindan-cikanlar-99520 [lxii] https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/sakarya-savasina-gidisinden-bir-gun-once-amerikan-milletine-bir-mesaj-istenmesi-uzerine Cumhuriyet Gazetesi, 17 Mart 1955 Perşembe, s. 5-6 (Cumhuriyet Arşivi), Metin ERGİN, 34 Yıl Evvel Atatürk İle Konuşan İlk Gazeteci. Ayrıca bknz. Cumhuriyet Gazetesi, 15 Kasım 2004 Salı, s.9 (Cumhuriyet Arşivi).İstiklâl Savaşı’nın Belgesi, Metin ERGİN.. [lxiii] Isaac F. MARCOSSON, Kemal Pasha:The Confilict in Turkey, The Saturday Evening Post, September 5, 2012. Dergi’nin Notu: “E-posta ile gelen istekler üzerine Isaac F. Marcosson’un modern Türkiye’nin Kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk ile 1923 yılında yaptığı mülâkatı burada yayınlıyoruz. https://www.saturdayeveningpost.com/2012/09/kemal-pasha/ [lxiv] İsmet İNÖNÜ, Hatıralar, 2. Kitap, Bilgi Yayınevi, Kasım 1987, s. 150. [lxv] Doç. Dr. Çağrı ERHAN , 1945’e Kadar Türk-Amerikan İlişkileri, Ankara Üniversitesi SBF. https://www.cankaya.edu.tr/universite_yayinlari/pdf/Gundem_22.pdf [lxvi] Şuhnaz YILMAZ, Turkish-American Relations, 1800 – 1952, Between the Stars, Stripes and the Crescent, First Published 2015, Rouledge. [lxvii] Joseph C. GREW, İlk ABD Büyükelçisi’nin Türkiye Anıları, Atatürk ve İnönü, Cumhuriyet Yayınları. https://stratejikoperasyon.files.wordpress.com/2014/05/john-grew-atatrk-ve-nn.pdf [lxviii] Riyaset-i Cumhur Kati-i Umumisi Hikmet Bey tarafından hazırlanan 28 Eylül 1932 tarihli görüşme zaptı. Bknz. Mehmet Sait DİLEK, ABD GENELKURMAY BAŞKANI DOUGLAS MACARTHUR'UN 1932 YILINDA TÜRKİYE ZİYARETİ. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/26147 [lxix] General Mac Arthur’un Türkiye’yi ziyareti haberleri için bknz: Cumhuriyet Gazetesi, 26-27-28-29 Eylül 1932. [lxx] Lord KINROSS, a.g.e., 463-464. Andrew MANGO, Atatürk, John Murray, Albemarle Street, London, 1999, s. 487 – 488. [lxxi] Cumhuriyet Gazetesi, “Atatürk’ün Siyasî Dehasını Gösteren Yeni Bir Vesika” başlıklı haber, 8 Kasım 1951 Perşembe, s. 1 ve 5. [lxxii] ATATÜRK’ün TBMM’nin IV. Dönem, 3. Yasama Yılını Açış Konuşması, 1 Kasım 1933, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D. IV, C. 18, Sa. 2, https://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/4d3yy.htm [lxxiii] Atatürk ile Roosevelt arasında teati edilen mesajlar hk. Bknz. Bilâl N. ŞİMŞİR, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993, s. 211 – 273. [lxxiv] Bu konuda bknz. Enis. DİNÇ, Performing Modernity: Atatürk on film (1919-1938), [lxxv] Prof. Dr. Fahir ARMAOĞLU, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914 – 1980), Cilt. I, 7. Baskı, 1991, s [lxxvi] İlhan TURAN (Hazırlayan), İsmet İnönü, Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj ve Söyleşileri, 1944 – 1950 (29.12.1944 – 28.05.1950) http://www.ismetinonu.org.tr/ismet-inonu-1944-1950.htm [lxxvii] Cumhuriyet Gazetesi, 6 Nisan 1946 Cumartesi, s. 1-3. [lxxviii] Cüneyt AKALIN, Missouri’nin Ziyaretinin Tarihsel Anlamı, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/9930 [lxxix] Jonathan KNIGHT, American Statecraft and the 1946 Black Sea Straits Controversy, Political Science Quarterly, Volume 90, Number 3, Fall 1975. https://www.jstor.org/stable/2148296?origin=crossref&seq=1
- Büyükelçi (E) Tugay Uluçevik: Yunanistan Başbakanı, KKTC Cumhurbaşkanı ile kuliste karşılaşsa...
09 Kasım, 2024, Cumartesi Büyükelçi (E) Tugay Uluçevik sosyal medya hesabı üzerinden paylaşımda bulundu. Uluçevik'in paylaşımı şu şekilde: İnternette uluslararası medyada çıkan aşağıdaki fotoğraf Reuters mahreçli olarak şu açıklamayla yer almaktadır: "Kıbrıslı yetkililer, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Christodoulides'in Perşembe günü Macaristan'da düzenlenen zirvenin marjında geleneksel düşmanlar arasında nadiren vukubulan alışılmadık bir karşılaşma ile buluştuğunu söyledi. Kıbrıs Rum hükümet sözcüsü yardımcısı Yiannis Antoniou, X kanalındaki bir gönderisinde, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın da hazır bulunduğunu, ancak daha sonra sırasıyla Yunanistan ve Arnavutluk Başbakanları Kyriakos Mitsotakis ve Edi Rama'nın da onlara katıldığını belirtti." Bu buluşmadan başka bir enstantane bugünkü (8 Kasım) Hürriyetin 1'inci sayfasında "Rum Lider fırsatı kaçırmadı" başlıklı olarak ve "Kıbrıs Rum Lideri Hristodulidis, Erdoğan'ı Yunanistan ve Arnavutluk başbakanları ile kahve içerken görünce fırsatı değerlendirdi ve masaya koştu. Liderler bir süre sohbet etti" ifadeli alt yazıyla çıktı. Hürriyet'in haberinden edindiğim izlenim, Cumhurbaşkanımız, Dışişleri Bakanımız Arnavut ve Yunan Başbakanlarıyla görüşürken GKRY Lideri yüzsüzlük yapıp bir koltuk çekerek gruba yanaştığı şeklinde olmuştur. Bu buluşma hangi habere uygun şekilde gerçekleşti bilmiyorum. Ama sabahleyin Hürriyet'teki fotoğrafı görünce " KKTC Cumhurbaşkanı Tatar BM Genel Kurulu'nun açılış günlerinde kuliste yer alabiliyor. Yunanistan Başbakanı acaba KKTC Cumhurbaşkanı ile kuliste karşılaşsa medenice tokalaşıp oturur Sayın Tatar ile bir kahve içer mi?" diye düşündüm. Dünya'ya yayılan bu fotoğraf KKTC'ni diğer devletlere resmen tanıtma davamıza katkı mı yapar, yoksa en yakın dostlarımızda bile "Türkiye tanımadığı Kıbrıs Cumhurbaşkanı ile görüşüyor, zaten BMGS gayrıresmî dense de 4'lü bir toplantı düzenleyecek; biz KKTC lehinde bir adım atıp pişmiş aşa su katmayalım" düşüncesini mi yaratır bunu düşünmek lâzım. Büyükelçi (E) Tugay Uluçevik: Yunanistan Başbakanı, KKTC Cumhurbaşkanı ile kuliste karşılaşsa...